İdlib’deki çatışmanın askeri sonuçlarını öngörmek haliyle kolay değil. Ama süreç nasıl gelişirse gelişsin Türkiye mesnetsiz bir savaş batağına saplanmış görünüyor

Suriye’de savaşa son

Türkiye’nin İdlib’de ne işi var? Erdoğan rejimi, tüm hamaset nutuklarına, ekranlara üşüşmüş birtakım aklıevvellerin fiili bir savaşı haklı gösterme gayretlerine karşın bu soruya inandırıcı bir yanıt üretebilmiş değil. Bir hiç uğruna kaybettiğimiz gençlerin hüznü, geride bıraktıkları ailelerin acısı bütün toplumun üzerine çökmüş durumda. En fanatik unsurlar bir yana, AKP seçmeni dahi anlatılan masallara ikna edilemedi. Suriye’nin bu çorak bölgesinin ne gözünü kâr bürümüş müteşebbislerde, ne fetihçi duyguları kabarmış milliyetçi kesimlerde bir karşılığı var.

Cumhurbaşkanlığı baş danışmanı Yiğit Bulut’un geçmiş konuşmalarını izleyince, Mart 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakının Erdoğan’ı da cesaretlendirdiği tahmin edilebiliyor. O dönem Salih Müslim’in, Mesut Barzani’nin Ankara’yı komşu kapısı yaptığını, çözüm süreci çerçevesinde Akiller’in bol kepçe harcırahlarla ikna turları çerçevesinde memleketi arşınladığını düşünürsek, referandumlarla Irak ve Suriye’nin Kürt bölgelerini gönüllü biçimde Türkiye topraklarına katmanın hayalinin kurulduğu anlaşılıyor. Böylelikle asıl niyetin ülkenin Kürt sorununu çözmek olmadığı ortaya çıkıyor.

Bu “büyük hedef” gerçekleşmeyince şimdi de İdlib merkezli mini bir İhvan devleti planları yapılıyor olmalı. Zaten El Kaide uzantısı HTŞ şeriatçı terör örgütünü giderek “ılımlı” unsurlar arasında gösterme, lideri Abu Muhammet al-Julani’yi “makul” bir figür olarak sunma gayreti açıkça hissediliyor. Suriye iç savaşıyla birlikte bu cihatçıları CIA aracılığıyla ABD’nin finanse ettiği, “eğittiği ve donattığı” herkes tarafından biliniyor. Ancak zaman içinde, özellikle Rusya’nın ağırlığını koymasıyla Esad güçleri inisiyatifi ele alınca ABD ve NATO güçleri büyük ölçüde havlu atmıştı.

TRUMP-ERDOĞAN KEYİFLER YERİNDE

Şimdi Türkiye büyük bir iştiyakla savaşa dalınca bu durumun başta Trump’ı, ABD’yi keyiflendirdiği görülüyor. Zaten Erdoğan ile Trump’ın “kahve muhabbeti” tadında sohbeti koyulaştırmaları, bizimkinin tebessüm eşliğinde Amerikan Başkanı’nı nasıl dolduruşa getirdiğini keyifle nakletmesi Atlantik İttifakı’ndaki çatlakların onarılma yoluna girdiğinin belirtileri. Zaten Mike Pompeo’nun “patriot füzeleri” konusunu tekrar gündeme getirmesi de bu öngörüyü doğruluyor. Bu satırlar kaleme alınırken borsanın yükselmesi, döviz piyasalarının sakinleşmesi de “piyasaların” okyanus ötesi bu flörte tepkisiz kalmadığını gösteriyor.

Hatırlayın, Amerikalı sıradan bir rahibin, Brunson’ın mahkeme sürecinde döviz piyasası çökmüş, ekonomi krize sürüklenmişti. Buna karşın fiilen savaşa girilen, iki Suriye uçağını düşürmekle böbürlenilen bir hafta sonunun ardından piyasalar pozitif sinyaller veriyor. Çünkü, piyasa diliyle konuşursak, yatırımcılar Amerika’yla yakınlaşmayı “satın alıyor”.

ASTANA BİR FIRSATTI

Geriye dönüp bakılırsa, Türkiye’nin Soçi mutabakatı içerisinde yer almasının büyük ölçüde Rusya ve İran’ın inisiyatifiyle gerçekleştiği görülebilir. Her iki ülke de bilindiği gibi Türkiye ile yakın ekonomik ilişkiler içerisinde (belki daha doğru ifade Türkiye onların en önemli “pazarı”). AKP rejimi ile Amerika-Avrupa arasında sorunların öne çıktığı bir dönemde Ankara’yı kendi saflarına yakınlaştırmak için hamle yaparak Türkiye’yi denkleme dahil ettiler. Diğer bir ifadeyle, Suriye’nin iç işlerine karışmak konusunda böylesine istekli, bir zamanlar Emevi Camii’nde namaz kılma rüyaları gören bir aktöre “onurlu bir çıkış” olanağı tanıdılar. Türkiye ise gözlem noktalarındaki pozisyonunu askeri harekât için sıçrama tahtası yaparken, HTŞ’yi silahsızlandırma misyonunu tamamen görmezden geldi.

Halbuki Türkiye, Astana sürecindeki pozisyonunu barışçıl ve insani bir çözüm için kullanabilirdi. İdlib’deki sivil halkın aynı Musul’da ve Halep’teki gibi salimen tahliye edilmesi, Suriye rejim güçlerinin cihatçılarla baş başa kalması için aracılık edebilirdi. Esad yönetiminden de sivillerin “temizlik” sonrası yurtlarına dönmesi, hiçbir şekilde taciz edilmemesi için teminat isteyebilirdi. Bölgede süreci gözlemci olarak denetlemek için ağırlığını koyabilirdi. Ne yazık ki fetihçi, mezhepçi bir zihniyetin böyle sağduyulu bir çizgi izlemesi beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu.

BİŞEY YAPMALI

Peki bundan sonra ne beklenebilir? İdlib’deki çatışmanın askeri sonuçlarını öngörmek haliyle kolay değil. Ama süreç nasıl gelişirse gelişsin Türkiye mesnetsiz bir savaş batağına saplanmış görünüyor. Tabii ki tek bir canın bile kaybedilmemesi bütün maddi hesaplardan daha değerli. Ancak ekonomi cephesinde de bizi büyük bir faturanın beklediği görülüyor. Dünyanın en kahredici askeri güce sahip ülkesi ABD Irak’ı işgal etti, Saddam rejimini devirdi ama bu işten ekonomik bir çıkar sağlayamadı. Aksine Nobel Ödüllü İktisatçı Joseph Stiglitz’in hesaplarına göre 3 trilyon dolarlık bir faturaya katlanmak zorunda kaldı.

Savaşın gölgesi altında içinde debelendiğimiz ekonomik kriz, alıp başını giden işsizlik unutturulmak isteniyor. Depremlerden, Van’daki çığ felaketinden beli bükülen yurttaşlarımız bile ihmal ediliyor. Kendini merhamet elçisi gibi sunanların, biraz da toplumda Suriyelilere karşı gelişen milliyetçi tepkiyi yatıştırmak için, sınır kapılarına sürdükleri göçmenlerin perişan durumu vicdanlarımızı kanatıyor. Tüm dünyayı tehdit eden koronavirüsüne karşı dahi sanki bağışıklığımız varmış gibi umursamaz bir tavır takınılıyor.

1 Mart 2003 günü Ankara, Sıhhiye Meydanı’nda tezkerenin TBMM’den geçmemesi, ABD’nin Irak işgalinde işbirlikçi olunmaması için sesini yükseltenler arasındaydım. Bugün de halkımız yine savaş, çatışma istemiyor. Gencecik insanlarımızın emperyalistlerin ve fetihçilerin kirli planları doğrultusunda toprağa düşmesine gönlümüz el vermiyor. Tüm olanaklarımızla sesimizi “barış ve kardeşlik” için yükseltmenin tam zamanıdır. İster istemez insanın diline Moğollar’ın “Bişey Yapmalı!” şarkısı takılıyor. Ayrıca, savaş histerisini geride bırakalım ki, işsizlik, yoksulluk, gericilik gibi sorunlarla mücadeleye yoğunlaşabilelim.