Pazar gününden beri büyük bir gerilimden kurtulmuş gibiyiz. Egemen kültür olamadan günlük hayatımıza egemen olan bir tiranlık hali şimdilik durdu gibi. Kültürel temel olarak, günlük hayatımızın derinliğinde iki temel kültürel yapı güçlü bir biçimde varlığını sürdürüyordu; İslami kanal ile laik/modernist kanal. Bu derinlik bize özgüydü. İşte bu derinliği bozacak bir hegemonya dayatması günlük hayatı zorluyordu. Gerilim biraz da buradan kaynaklanıyordu. İlk enerji boşalması Gezi’de yaşanmıştı.

Edebiyatçı vakanüvis değildir. Ama edebiyatçı insan olarak hayatın içindedir. Hayatın içinde olanları, olabilecekleri ve olmasını düşlediklerini yazar.

Türkiye 12 Eylül faşizmini yaşadı. Sonra bu baskı döneminin diyalektik karşıtına 1989 işçi eylemleri ile ulaştık. Yüzbinler Zonguldak’tan Ankara’ya yürüdü. 15/16 Haziran geleneği yaşandı. Cumhurbaşkanı Özal için “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” sloganı savsöz gibi yerleşti dilimize.

Edebiyatçı vakanüvis değildir, dedik. Peki, hayatın içindeki bu dönüşüme yazınsal olarak tanıklık etti mi? Hayır. Başka bir dünyadaydı çünkü. 12 Eylül’ün, felsefesini ektiği bir iklimdeydi! Bu nedenle hayat ve ülke, edebiyatçının tanıklığından eksik kaldı.

1989 sonrası “sosyal demokrat belediyeler süreci” yaşandı. Bu dönem, sol/sosyal demokrat kültür açısından tam bir mirasyedi dönemidir. Toplumsal uyanışın arkasından iktidara gelen sosyal demokrat yerel yönetimler, o dönemi tam anlamıyla heba etti. Peki, dönemin, yaşananların eleştirel olmasa bile yine de tanıklığını yapan edebiyatçılar var mıydı?
Politikacılar dönemin özeleştirisini yapmadı. Edebiyatçılar yazmış olsaydı belki dönemin sorumluları sonraki zamanlarda biraz sorumlu davranabilirdi.

Az okuduğumuz gibi, az yazıyoruz. Ya da az okuduğumuz için az yazıyoruz.

Doksanlı yıllar derin devletin faili meçhul ve kirli savaş yıllarıydı. Ulusal ve uluslararası konjonktür 1994’ün siyasal tablosunu oluşturmuştur diyenler olabilir. Olsun, yine de konjonktüre direnilebileceği gibi, benim hesaplaşmam zaten kendimle ve edebiyatçılarla.

Ankara ve İstanbul belediyi başkanlıklarını Refah Partisi’nin kazanmasını anımsayalım. Erdoğan, Beyoğlu duvarlarındaki afişlerde, asla kazanamayacak cılız bir siluetten siyasal figüre dönüştü. Bu durum sadece kendisinin başarısı değildi. Sadece konjonktürün başarısı da değildi. Başarısız sosyal demokrat politika ve politikacıların sonucuydu bir yönüyle. Ekleyelim, bu dönemin de edebiyatı “yapılmadı.” Oysa ne çok edebiyat ”yaparız!” 1994’de, seçimleri yitiren sosyal demokrat yerel yöneticilerin şaşkınlıklarını ve “makamı” bırakıp kaçmaya hazır hallerini ben hiç unutmadım.
Aslında bir kötüleme gibi kullanılan vakanüvis yazıcılığı, belleğe veri kazandırması için iyi bir yoldur. Veriler iktidar merkezli olsa da! Saydığımız dönemlerin bir vakanüvis yazıcılığı bile kesiktir.

Edebiyatçıdan her dönemin her anını yazmasını bekleyemeyiz; iyi de bari bir tanesi yazılsaydı!
Bari edebiyatın yapamadık, eleştirisini yapalım: 1994 “yenilgisi” bizi son on üç yılın tiranlık yokuşuna sürdü. Günlük hayata, günlük yaşama egemen olamayan bir anlayışın “suni” egemenliği altında gerildik. Şimdi olası bir 1994 yenilgisi benzeri yaşanırsa, bu kez dönüşü zor bir yeni on üç yıl ve yıllar önümüze dikilecektir.

Şimdi, her şey iyiye gider gibiyken, tadımızı kaçıranlar vardır. Bugün ben de öyleyim.

Haftaya dize; “keçi yolunda yürümek bizim mırıldanma cesaretimiz” (Asuman Susam, Varlık, Haziran, 2015)