Düello, savaşın en “ilkel” ve “soylu” ve de “demokratik” biçimidir. Birbirlerini düelloya davet edenler, adil koşullarda ve tanıklar önünde bedeli de kendileri ödüyorsa, kim ne diyebilir ki? Savaş kuramcısı General Clausewitz’in de işaret ettiği gibi savaş, düello mantığının düzenli ordular düzeyine taşınmasıyla kitleselleşir. Savaş, bedellerin ödenmesini tanımlanmış ordularla sınırlı tutmaya çalışarak, düello mantığına yaslanmaya devam eder.

Modern savaşların, düşman cephesini bırakıp kentleri savaş alanı haline getirmesiyle, en ağır bedelin sivil halk(lar) tarafından ödenir hale geldiğini biliyoruz. Tam da bu nedenle, günümüz savaşları senaryoyu tam tersine çevirmiştir; ağır bedeller düelloya çağrı yapanlar dışında herkes tarafından ödenmektedir. Bombalanan kentlerde yıkıntılar altında kalan çaresiz kitleler, bu yeni durumun en çarpıcı kurbanlarıdır. O nedenle savaş karşıtı olmak toplumcu düşünen herkes için, bedeli ne olursa olsun kategorik bir zorunluluktur.

Suriye’de girilen savaşa itirazlar, farklı boyutlarıyla gündeme getirildi, tartışıldı. Özetlediğim gibi, bu konuda bizler açısından kategorik bir savaş karşıtlığı bir tercih değil, zorunluluk. Ama burada savaş karşıtı savları bir kez daha tekrarlamayacağım. Savaşı ilan edenlerin gerekçeleri üzerinden yola çıkarak önümüze konulan savaş gerekçelerinin iç tutarsızlığını göstermeyi önemli buluyorum. Soru şu; savaşa gerekçe gösterilen “kazanımlar” gerçekçi ve elde edilebilir midir?

AKP iktidarının ilan ettiği savaşın, kurduğu dünya açısından “meşru” iki gerekçesi olabilir. Birincisi, Türkiye’nin Ortadoğu ve ötesinde bir güç olarak bir kez daha kendisini hatırlatması, diğeri ise Suriye ve ötesinde bir Kürt devleti oluşumuna yol açabilecek bir koridoru kapatmak!

Lafı dolaştırmadan bu tür hedefler koyanlara, savaş konusunda uzman kesimlerden gelen bir uyarıyı hatırlatalım. Kendi topraklarınız dışında bir yerlerde savaş ilan ediyorsanız, başarılı olmanızın ön koşulu o topraklarda müttefiklerinizin bulunmasıdır. Yerel desteğiniz yoksa, yenilgi ve büyük maliyetler sadece zaman meselesidir. Kimdir o müttefik(ler)? Kürt projesinin engellenmesinden hoşnutluk duyacak Esad mı, Türkiye’nin bütün desteğine rağmen bölgede tutunamamış tanımsız güçler mi, yoksa teröre bulaşmış çeşitli gruplar mı? Geçen dönemde o kesimlerle kurulan ittifakların kime ne yarar getirdiğini açık biçimde gördük.

Diğer yandan hedef, Ortadoğu çerçevesinde Türkiye’yi emperyal bir güç olarak tekrar hatırlatmaksa, o macera Türkiye açısından daha da problemli bir yalnızlığa işaret ediyor. En yakınındaki Kürtleri yanına değil, karşısına almış biçimiyle Türkiye, Ortadoğu denkleminde daha da önemsiz hale gelecektir. Mesele şu ki, iç politika kaygılarıyla dış politikayı yönlendirince, bu boyutları dikkate almak mümkün olmuyor!

Özel olarak savaş, genel olarak jeopolitik mantık açısından savaş stratejisine yaslananların dikkate almadığı bir başka mantığı hatırlatarak bitirelim; karşısındakini tek kurşun atmadan teslim alan Çinlilerin savaş mantığı! Bu emperyal(ist) mantığı en son Çin’in Hong Kong’u İngilizler’den alışında gördük. Çin bugün dünyaya yayılma stratejisinde de benzer bir yol izliyor. Ortadoğu üzerinden dünya devi ya da bölge gücü olma iddialarıyla savaş kararı alan AKP iktidarı, tam tersini yapıyor. Tam da o nedenle kuvvetle muhtemel ki, Çin dünya sisteminin tavanına doğru giderken, Türkiye aynı sistemin dibine doğru yol alıyor. Dolayısıyla, AKP iktidarının peşine takılanlara izlenen yolun kendi mantığı açısından da sorunlu olduğunu hatırlatalım.

Peşinden gitmek demişken, ana muhalefet partisi CHP’nin durumu oldukça ilginç; tek atış yapmadan AKP stratejisine teslim oluyor. Yani Çin’i bir tek CHP anlamış görünüyor, o da galiba yanlış anlıyor!