Hayatımda en zorlandığım şey ile yaşamak durumundayım: Kendimi insanlara tercüme etmek.

İnsanlar okuduklarını anlamıyorlar ise ne yapmak gerekir? Kendinizi anlatmaya mı çalışırsınız? Ama çoğunlukla nafile bir çabadır bu, çünkü insanlar sizin dediklerinizden anladıklarını sizin söyleminizin hakikatine yeğlerler. Hayatım boyunca karşıma çıkan insanı sinirlendiren şeylerden birisi netti, bazı insanlara doğruyu anlatıyorsunuz, hatta o sezgisel olarak dediklerinizin hakikate dair olduğunu anlıyor ama dediklerinizi kendi kötü niyeti ya da aptallığı ile bir başka şeye yorarak çarpıtıyor. Bu tür bir çarpıtmanın hazzının kaynağı nettir: Kişi kendi çıkarı için gerçekliği yıkmak isteyecektir, yalan onun yalnızca savunma mekanizması değil, çıkarını korumak için aynı zamanda en güçlü kalkanıdır.

“Ahlak değerlerinin öznelliğine ilişkin savlar nasıl çürütülebilir bilmiyorum ama keyfi bir zalimliğin yanlış olmasının tek nedeninin bundan hoşlanmayışım olduğuna da kendimi inandıramıyorum.” (Russell)

Bir laftan anlamaza çok akıllı şeyler söyleseniz bile, o kişi akıllı insanı anlamak ya da kavramak yerine, yine kendi bildiğine tercüme edecektir, kısaca o kişi sizi anlayabilecek olsaydı, zaten kavrardı. Ne derseniz deyin, karşınızdaki sizin bilgeliğinize inanmak yerine yine kendi bildiği gibi yorumlayacaktır. Bu aptala yatmak değildir, tam tersine kavrayışın kudretsizliği ve çıkarın cazibesidir.

1960-80 arasında diyalektik ülkenin en temel sözlerinden birisiydi, kimlerin ne kadar anladığını bilmiyorum ama şunu söyleyeyim, sağcıların diyalektik yoktur demeleri ve onu inkâr etmeleri aptallığın boyutları kadar aptallığın koruyucu kalkan olmasından da kaynaklanır. Bu o kadar ileri boyutlara varmıştır ki bildiğiniz Soğuk Savaş filozofcuğu Popper bile diyalektiğin olmadığını ispatlamaya çalışmıştı, oysaki diyalektik düşünce binlerce yıldır topraktan türetilmiş bir derstir. Hiç okul yüzü görmemiş bir Anadolu bilgesinin sözlerini inceleyin, onun deyişlerinde bile diyalektiği görürsünüz.

Parça bütün, tekil ile genel ilişkisi de budur. İnsanlar beni arayıp soruyorlar, bu haftaki yazında kastettiğin kim diye, kimi şu yönetmene kimi şu yazara yoruyor. Onlara yazının kişisel bazda bir kast içermediğini söylüyorum ama inanmıyorlar! Somut olarak yazılarımda nadiren tekil bir ismi hedef alıyorum, çünkü benim amacım sistemi anlamak ve sistemi deşifre etmek, ben tekil bir polemik havasında değilim, bunlar benim işim değil. Ben sistemin mantığını ve sistemin insanları nasıl yıktığını kavramaya çabalayan toplumculardanım.

Ama eğer kimi çıkarını bilen sinemacılara sorarsanız, onlar “Kim inanır buna, Zahit Atam tam bir polemikçidir” diyecekler. Ne derseniz inanmazlar, bu da onların bildiğiniz anlamda en basit ve yalın savunma mekanizması. Herkes kendi zavallılığını örtmek için çırpınıyor sonuçta.

Türkiye’de sistemi anlatıp, Yılmaz Güney’in ardından o şekilde dirençli ve bildiği doğruların ve davasının ardından sinemacıların gitmediklerini söylediğinizde, onlar düşünüyorlar ve doğru diyorlar, sonra da basit ve insanı sinir eden tuhaf şu soruyu soruyorlar: Böyle olamaz, bu sektörde tek bir önemli yönetmenin bile olmaması imkansız! Öyleyse, sence kim?

Gel de anlat bu insanlara, Ey yiğitler, Yılmaz Güney belirli bir kuşağın üyesidir, bugün en ünlü sanatçıların bile açıkça işledikleri suçları, onun kuşağındaki en zavallılar bile işlemeye utanırdı. Açık açık insan satmak bugünkü sektörün olağan bir kuralı haline gelmiştir. Karşılıksız meta üretmeye koşullanmış bir sektördeyiz.

Geçmişin sağcısının topluma dair görüşleri, bugünün solcularından daha toplumcu, bugünün liberalleri geçmişte karşılığı olmayan şeyler: İşte bu nasıl oldu? 1980 darbesi oldu, toplum tümden sağa çekti, milletin işi gücü “gemisini kurtaran kaptan” yarışında öne çıkmak. Geçmişte hepimiz aynı gemideyiz, bu milleti kalkındıracağız diyorduk, şimdikiler altına yat istiyor, milleti bütün, gemiyi de milletin teknesi olarak görmüyor.

Sinema sektöründeki insanların çoğu da açık bir Faust’tur, yani ne demek Faust olmak?

Faust, Mephistofeles ile müzakeresinde ne yapar? Sanatın manevi değerlerinden uzaklaşarak, halkı küçük görerek ün para ve haz uğruna, kısaca başarı uğruna, tam bir ‘Bir Amerikan Trajedisi’ romanında olduğu gibi, belirli maddi arzuları tatmin etmek için kendi sevdiği ve inandığı değerleri şeytana satar. Onun ardından ise başarının hazzını ve keyfini sürmeye çabalar. Faust’un en büyük korkusu nedir? Faust yaptığı kirli anlaşmanın ve kendi başarısının sırlarının açığa çıkmasından korkar. Peki, Faust niye şeytanla işbirliği yapar? Nedeni çok basittir, kendi yeteneği ve emeği ona şeytanın verdiği başarıyı getirmez çünkü! Buradaki paradokstan çıkan sonuç nettir: Faust Şeytana borçludur ve mahkûmdur.

Bugünkü sistemde başarılı olmak isteyenler, başarı için Mephistofeles ile anlaşma yaparak işe başlıyorlar. Geriye de yıkıntı kalıyor. Niye? Çünkü manevi değerleri baştan satıyorlar ve bu insanların en büyük korkusu da kendi en yakınları! Niye mi, çünkü onlar bu insanların ‘iç dünyasını’ biliyor, çünkü en büyük korkuları da ‘deşifre olmak!’ Geriye ne kalıyor, bu millet sanattan ne anlar! Tam bir hipokrisi denklemi: Çözen beri gelsin. İşlerin yalan ve gizlilik ile yürümesinin nedeni budur. Bu sistem devam ettiğinde, zaten başarı için insanlar kendi ilkelerini baştan çiğnedikleri için, kervanı yolda düzmek yerine, kervandakilere saldırmak zorunda kalıyorlar!

Bugünkü sanatçıların büyük bölümü ilkeleri kendileri için yük olarak görüyorlar. Sistemin kuruluşu sanatsal ilkeleri çiğnemek üzerine kurulu, bu sistemde insanlar kendi bireysel başarılarını kolektif değerleri çiğneyerek elde ettiği için, günümüzde Yılmaz Güney’in ardılı olan bir yönetmen bulamıyoruz. Bu kadar kolay ego şişiren bir yöntem, sistemin içinde ilkeli estetik ve hümanist bir yönetmen üretmez! Kısaca bünye hasta, dışarıdan meditasyon yaparak bu kişiyi ya da yönetmenleri tedavi edemezsiniz.

Diyorum ki anlattığım en tekil olgular, belirli kişileri hedefe koymak yerine, sistemi içerinden deşifre etmek için numunelerdir, ben tekil tekil kişilerle polemik yapmak için yazmıyorum, hasta olan bünyenin bilimsel tahlilini yapıyorum. Bu kadar kifayetsiz muhterisin sektörü forse ettiği yerde, Yılmaz Güney’in ardılı olan çıkmaz, çünkü onun kuşağı ve davası kolektif olarak kuruldu, kolektif olarak savunuldu ve en keskin ilkelerle sınandı. Bu durum tekil değil kolektif idi, o kendi kuşağının ilkelerini ve mücadelesini kanı pahasına ciddiye alan bir yiğitti. O sadece yiğit ve mücadeleci bir kuşağın yiğit bir üyesiydi.