Türkiye sinemasında sansür ve oto-sansür meselesini tartışırken, dünya edebiyatında gezinmeye ne dersiniz?

Türkiye sinemasında sansür ve oto-sansür meselesini tartışırken, dünya edebiyatında gezinmeye ne dersiniz? Biraz yorumlu, biraz buraya taşımalı, yorumlamalı, gerçekleri kurcalama fikrini nasıl bulursunuz?
Bu haftalık durağımız Albert Camus’nün Düşüş romanından:
“Ama yüreğin de belleği var ve ben o güzel başkentimizi hiç unutmadım, rıhtımlarını da. Paris tam bir göz aldatıcıdır, içinde dört milyon gölgenin barındığı muhteşem bir dekor. Beş milyona mı yaklaştı son sayımda? Yavrulamışlar, demek! Şaşmam. Her zaman da söylerim: bana kalırsa, bizim hemşerilerin iki azgınlığı vardır: biri fikir, öteki zina.”
İster Yeşilçam’da ister halkımızın algılayışında, isterse sektörün içinde yaşayan insanların söyledikleri en temel şey bizim sinemamızın biraz sahtekârlık üzerine kurulmasıdır. Hakikaten insanların birbirlerine karşı konuşurken; düpedüz bilinçli oynadıkları anları oynamadıklarına aşırı baskındır.
Zina meselesine ise hiç girmeyelim, kolektif bir salgındır, paçasını sıyıranların sayısı kıtlıktan çıkmıştır. Üstelik Türkiye’de hakikaten reklâm, özel televizyon ve diziler, derken yurtdışı derken sektör inanılmaz büyüdü, giderek daha bir içinden çıkılmaz gayya kuyusuna dönüştü. Fikir ve zina derken, hakikaten bizim sinemamız hem düz anlamına zina yapar, hem de fikirlerin zinasını pek bir güzel becerir. Tam da bu noktada Zeki Demirkubuz’un Türkiye Sinemasının genel işleyiş kuralları, toplumsal iktidarın da muhalefetin de ötesinde bir yer arayışını bir norm koyma girişimi olarak düşünürüm, zaman tümüyle kendisini haklı çıkarmıştır. Siyasal refleksler dönüp dolaşıp bu ülkede ve bu sektörde “kaçınılmaz biçimde ikiyüzlü ilişkileri” getirir, sonuç olarak ise pek bir güzel hayal kırıklıkların ve “kendi doğruları için ulvi yalanları” da.
“Böyle diyorum ama ötekilerden daha ahlaklı buluyorum ben onları; eşlerini evlerinde eskiterek öldürenlerden. Dikkat etmediniz mi? Bizim toplumumuz, insanları bu türlü harcamak için örgütlenmiştir. İşitmişsinizdir elbette, Brezilya ırmaklarında minicik balıklar varmış, dikkatsiz bir yüzücü buldular mı, binlercesi birden saldırıp, birkaç saniye içinde, hızla, minicik lokmalar kopartarak zavallıyı yer, bitirir, tertemiz iskeletini bırakırlarmış. İşte onların örgütlenmesi de öyle. “Temiz bir hayat ister misiniz?” Herkes gibi siz de, evet dersiniz. Nasıl hayır denir? “Pekiyi, derler, sizi temizleyeceğiz. İşte size bir iş, bir aile, düzenli eğlenceler.” Ve minicik dişler etinizi kemirmeye başlar, kemiğinize dek. Ama haksızlık etmeyeyim. Onların düzeni demek doğru değil. Bizim düzenimiz bu: kim kimi temizlerse.”
İnsanları pek bir güzel yaşarken tüketen sistemin bir parçası olmamak üzere, bir çözüm yolu olarak şunu buldular, bir dizi sistem üretelim, her bir sistem içinde belirli ilişkileri tüketelim, zaman içinde yeni sistemlere başlayalım, bu sırada sürekli heyecan tazeleyebiliriz. Düzenli iş ise sapına kadar düzensizleştirilebilir. Evde yaşarken öldürülen eşler ise paranteze alınır, ya her erken ölümden sonra bir başka daha genç eş devreye sokulur, ya da evde eskimeye yüz tutan eşin sofrasını paylaşmasa da örtülü ödenekten devreye “kısa tüketilecek eşyaya dönüştürülen” eşler devreye girer. Bizim düzenimiz içinde, sapına kadar bizim düzenimiz denilebilecek bir alt-bizim-düzen ortaya çıkarılır.
Bundan bazıları kendini sakıyabilir, onlar da bir çözüm yolu olarak kendilerini hayattan bir el etek çekme erdemi ile gizleyerek ancak bir çözüm bulmuşlardır.
“Biliyor musunuz, bizim köyde girişilen bir sindirme eylemi sırasında Alman subaylardan biri, ihtiyar bir kadından, bir şeye karşılık olarak kurşuna dizilmek üzere, iki oğlundan birini seçmesini istemişti kibarca. Seçmek. Düşünebiliyor musunuz bunu? Bu mu? Yok! Öteki. Sonra, gidenin arkasından bakmak. Üzerinde durmayalım ama inanın bana, en umulmadık şeyler bile olabiliyor. Güvensizlikten kaçınan, temiz yürekli birini tanırdım. Barışseverdi, özgürlükseverdi, bütün insanlığa da hayvanlara da aynı sevgiyi duyardı. Seçme bir insandı, kuşkusuz. Avrupa’da din uğruna girişilen son savaşlar sırasında, o da köyüne çekilmişti. Evinin eşiğine de şöyle yazmıştı. “Nereden gelirseniz gelin, kim olursanız olun, buyurun içeri, hoş geldiniz!” Bu güzel çağrıya kim karşılık verdi dersiniz? Çeteciler. Babalarının evine girer gibi adamı doğrayıverdiler.”
Onun için insan seçeceği şeyi iyi bilmeli, ama hayat ya seçme şansı vermiyorsa, o zaman yetenek devreye giriyor. Yalnızca çok yetenekliler seçenek yaratabilirler, onda da “yalnız ve güzel ülke” seçilirse ne olacak? Sonunda doğranma tehlikesi var değil mi? Ama peki ya seçim yapılamaz bir noktada iseniz, yani seçim yapma hakkınızı vicdanınız kesin olarak siz de görmüyorsa ne olacak? O zaman pazarlığa mı başlanır, daha yüksek bir mevkiinin giriş kapısında mı hissedersiniz? Oysa ahlak bu konuda çok nettir,
“Sonunda aşılamaz bir sınıra geldiğinde,
Aşmışsın aşılabilir bir diğerini” sözü Benjamin için söylenmiştir.
Geceler boyunca yürür, düş görür ya da kendimi hırpalarcasına düşünürüm. En azından ruhsal dünyamda isyanlar eksik olmuyor, ben de ancak bunlardan insan olduğumu anlıyorum.
“Ne yapayım, içim dolu, ağzımı açtım mı cümleler dökülüveriyor. Bu memleket bana ilham veriyor üstelik hakikaten acıyı bal eyledik, ama aynı zamanda kalbimizi erken yoruyoruz, Becel’de ilaç gibi gelmiyor üstelik. Halkımızın çift-dinli olmasına sanatçılarımızın çok dinli olması eklenince, ortada bir inanç bunalımı yaşanıyor. Hayat tam da bu noktada kilitleniyor.