Şunu iddia edebilir ki, terapi odası ne kadar mahrem ise, terapistin beyni de o kadar mahrem. Yüzlerce bilgiyi, anı ve öyküyü taşıyor. Biz onların gizli defterlerini, beyinlerinin gizli saklı kıvrımlarında dolaşanları çok merak ediyoruz. Bu üretimler de bu merakı az da olsa yatıştırıp, bizdenleşiyor, metalaşıyor, pornografikleşiyor.

Terapi odasının sırrı

NESLİ ZAĞLI

İnsanların psikolojiye, psikoterapiye, terapi öykülerine ve ötekilerin mahremine merakı yeni değil. Sadece filmler ve diziler değil, terapi odalarına kapı açan kitaplar da hep çok sattı. Çok satmasının anlamı şu; sosyoekonomik statü ve eğitimden bağımsız olarak her kitleye erişiyor. Bu da demek oluyor ki sosyal bilimlerden, psikolojik bilimlerden ve etikten bihaber olan bir kişi de, yaşamı boyunca özel ruhsal sağlık hizmetlerine erişimi olamayan kişi de bu “ürünlere” erişiyor. Hal böyle olunca da psikolojik gizlere dair anlatılanlar metalaşıyor ve hatta mistikleşiyor. Bu insanlara “anlatılan senin hikâyendir” deniyor. Bir kısım pazarlamacılar sizi sizden iyi anladıkları ve bunu fevkalade bir şeffaflıkta size aktardıkları konusunda iddialılar. “Gerçek yaşamdan kesitlerle” size gizli bir psikolojik dünyanın perdesini aralıyorlar. O dünyada neler var neler; aldatmacalar, intikamlar, travmalar, kan, ter ve gözyaşı. Bu şekilde bakıldığında tüm edebiyat, sinema ve genel olarak sanat tarihi insanlığın mahrem sırlarını en kaba tabiriyle röntgenlemek değil mi? Peki ya otobiyografilere merakımız? Ne kadar karanlık dehlizlerde gezinen bir biyografi olursa o kadar makbul değil mi? Kabul edelim ki, insan olanın insana dair olana merakı doğal bir durumsa da, popüler psikolojik mitleri ve furyaları yaratanlar bu zaaflardan ziyadesiyle yararlanıyor.

Son bir aydır herkes yine bir terapi odasını ve onun dışına taşanları konuşuyor. Ben herkes canhıraş psikolojik ve sosyolojik saptamalarla diziyi konuşurken başka bir noktada takıldım kaldım. Neden herkes yine bir psikoterapi öyküsünün altını kazıyor? Sorulması gereken şu; neden şimdi ve neden burada? Biz gerçekten tüm hayat koşullarımızı bir yana bırakıp bize sunulan “psikolojik hikâyelere” derin analizler yapacak durumda mıyız? Ben yanıtlayayım: Değiliz. Global anlamda da bir krize dönüşen ve yerel olarak çok çok kötü yönetilen illet bir pandemi süreciyle baş etmeye çalışıyor ve her geçen gün daha da çaresizleşiyoruz. Biri çıkıp diyebilir ki tam da bu zamanda bu vesileyle kendimize baktık, bize baktık, bu neden sorun olsun? Ama zaten psikolojinin çağlar boyu hep yaptığı budur. Sosyal bilimlerden uzaklaşmak, sosyolojiye, felsefeye ağabeylik taslamak, analiz seviyesini insana indirgemek ve hatta mümkünse pozitif bilimlerle kavuşup tamamen hücre düzeyinde kalmak. Bu dizinin istese de istemese de benzer bir işlevi oldu: Gören gözleri atıl bir noktaya sabitlemek. Sadece bu dizi özelinde değil, tüm dünyada yayınlanan “Bir Psikiyatristin Gizli Defteri” türündeki her ürün bu amaca da hizmet etti. İnsanların anlatılan o mahrem hikâyelerini, sosyokültürel bir bağlam olmaksızın odağa sokmaya. Politik altyapıyı, sakatlanmış sistemleri, sömürüyü, çarpıklıkları görmemenin tatlı bir yolu gibi psikolojik analiz seviyesi. En masumundan olsa da bu riskli barındırıyor.

Terapi odası aslında yatak odasından daha büyük bir mahremiyet taşır. Farklı terapi ekollerinin en önemli ortak noktası danışan kişiye zarar vermemek ise hemen ardından gelen danışana ve terapi sürecine ait her şeyin mutlak gizliliğidir. Biz terapide deneyimlediklerimizi evde, ofiste, barda, arkadaşta birileriyle paylaşmıyoruz. Bu durumun bazı istisnai noktaları olduğunu belirtmek gerek; bilimsel ve klinik anlamda ihtiyaç duyulduğunda hocalarımızla veya meslektaşlarımızla yaptığımız süpervizyon grupları. Bu sunumlar da danışanın kişisel bilgilerinin mahremiyeti bozmayacak şekilde değiştirilerek yer aldığı koşullarda olur. Psikoterapi dediğimiz şey, terapist ve danışan arasında birlikte yaratılan bir ilişki halidir. Bazı noktalarda bu ilişkiyi profesyonel bir üçüncü göze danışmak, süreci konumlandırmak açısından iyi gelebilir. Hatta bazen psikoterapist kendi içsel süreçleri çok tetiklendiğinde bu olguyu kendi terapi sürecine de götürebilir. Kısacası malum diziden sonra çoğu ruh sağlığı uzmanının açıkladığı gibi, hiçbir surette psikoterapi öykülerini paylaşmıyoruz iddiası bazı koşullarda geçerli olmayabilir. Peki, uzmanların bu kadar hassaslıkla yaklaştığı insan hikâyeleri nasıl oluyor da kamuya mal oluyor? Bu hikâyeler üzerinden üretim (kitap, dizi, film vb.) yapan klinisyenler genellikle bu öykülerin kişi bilgileri anlaşılamayacak şekilde değiştirildiğini iddia ediyor. Peki, bu mümkün mü? Alelade bir tüketicinin bile gördüğünde kendinden bir şeyler bulup aktarım yaşadığı hikayelerde, söz konusu kişilerin kendilerini tanımamaları ne kadar olası? Geçen gün bir danışanım, siz benim hayatımı bu şekilde yazsanız kendimi çırılçıplak hissederdim, kötü olurdum dedi. Peki, acaba bir başka kişinin bu ifşa olma halinden bir haz duyması mümkün olur mu? Belki bir an için evet, ya bir süre geçip başka bir bakışla bu ifşadan huzursuz olunursa? Kısacası bu iş müthiş hassas bir iş ve kurgu da olsa psikoterapistin temas ettiği her öyküye ucu değiyor.

Şunu iddia edebilir ki, terapi odası ne kadar mahrem ise, terapistin beyni de o kadar mahrem. Yüzlerce bilgiyi, anı ve öyküyü taşıyor. Biz onların gizli defterlerini, beyinlerinin gizli saklı kıvrımlarında dolaşanları çok merak ediyoruz. Bu üretimler de bu merakı az da olsa yatıştırıp, bizdenleşiyor, metalaşıyor, pornografikleşiyor. Hemen herkes bu çok aşikâr ama gizliye hapsedilmiş öykülerin bir benzerlik, ikizlik kurup rahatlamamıza hizmet ettiğini düşünür. Oysaki tüm bu ürünler bizi kendimizi odağa almaktan alıkoyuyor. Biz tüm bu sistemin içinde neyiz, nasıl konumlanırız, nasıl hisseder nasıl yaşarız noktasının üstü kapanıyor. Bir kurgu üzerinden kendimize ifade alanı buluyoruz. Belki de gözümüzün önüne serilen hayatlar üzerinden kendimizi korumaya çalışıyoruz, yaşamdan ve kendimizden. Kişisel gelişim endüstrisinin de bu temsili kendiliklere nasıl yaklaştığını daha önce bir pazar yazmıştım. Aslında kişisel gelişim ürünlerinin geliştirdiği tek şey prototipleşmiş insan psikolojisi iken, psikoterapi öykülerinin de yaptığı öykülerimizi tek tipleştirmektir. Çok sıra dışı öyküler üzerinden kendi öykülerimize yabancılaştığımız bir gerçektir. Anlatılan senin hikâyen diyen herkese kanıyoruz. “Bak dizideki durum ne kadar doğru, bir grup insan gecekondu mahallerinden çıkıp yer altından ve üstünden bambaşka bir hayatın kalbine ulaşıyor” diyoruz. Her saniye burun buruna yaşadığımız gerçekliğe, “Vay be, işte Türkiye gerçeği” diyoruz. Sizce de burada bir sorun yok mu?

İnsanların doğal ve naif “ötekiler” merakıyla bir derdim yok. Derdim daha çok her alanda yaptığı gibi insancıl bir ihtiyacı metalaştırıp, son noktasına kadar sömüren popülizm ve kapitalizmle. Şu an için pandeminin ve dünyayla ilgili her türlü yükün kıskacında bu psikolojik ürünleri tüketmeye direnmemiz mümkün olmayabilir. Evet, ama en azından daha bilinçli tüketiciler olabiliriz. Pat diye önümüze düşen, üzerine ciltler boyu yazılabilecek bir psikolojik/sosyolojik gerçekliğin tek bir kesitinde infilak etmemeliyiz. Psikolojinin kendini tüm diğer sosyal bilimlerden kopması ne kadar benmerkezci ve popülist bir yaklaşımsa, psikoterapi hikâyelerini sosyal, politik ve kültürel bağlamından koparmak risklidir. Nasılsa sosyal mesafeyi bir miktar öğrendik, psikoterapi hikâyeleri sektörüne de biraz entelektüel mesafe ile bakmakta yarar var. Kendi biricik öykülerimiz dikkatli bakılınca bize bu kurgusal ürünlerden daha çok şey anlatıyor.