Gündemin bazen çok gerisinde kalıyorum. Her gün öylesine yüklü ki, takip etme aşığı aşılıyor. Bu eşik aşımından sonra anımsamalar menziline giriliyor.
            Yıllar önce edebiyat dünyasında “tragedyalar çağı” tartışması yapılmıştı. Şimdiki zamanda yeniden anımsadım. Tragedyalar çağının bittiği, öyle bir dönemin bir daha asla yaşanmayacağı, tarihsel bir eski zaman kavramı olmakla, yeniden gündeme gelmesinin olanaksızlığı tartışılmıştı bir süre. Tragedya denirken de, temel olarak Aristoteles’in  “Poetika”da tanımladığı bir yazınsal tür dolayımı söz konusuydu. Yani, büyük olaylar, büyük kahramanlar, tanrısal kişilikler…
            Şimdi, 2012 Türkiye’sinde, tragedyalar çağının bitmediğini, hatta yeniden ve yeni sürümlerle başladığını söylemeye cesaret ediyorum. Hem olgu olarak hem de olaylar olarak tragedyalar devam ediyor. Olmayan şey ise, iktidara/zamana boyun bükmüş bir edebiyat yazı dünyasında bu tragedyaların yazılmıyor oluşu!
               Kültür tanımının geniş yorumunda, insanlığın bilinçli ya da bilinçsiz doğaya karşı tüm kazanımları kültür tamında yer bulur. Bizim ülke de bu dünya yuvarlağı üstünde bir kara parçası olduğuna göre, tanım bizleri ve ülkeyi de içine almaktadır haliyle. Örneğin tekerlek icad edildiyse, artık kare biçimli tekerlekle uğraşmayız. Ya da Sanayi Devrimi/buharlı makineler dönemi geçilmiştir ya; bir yerlerimizden buhar çıkartmaya çalışmanın anlamı yoktur. Bu çıkarımlar sosyal bilimler alanı için de geçerlidir. Örneğin hukukta belli bir aşamaya geldiniz mi; artık daha ileri gidilir. Kare biçimli hukuk tekerleğine geri dönülmez; bu çıkarım da “uygar”  dünya için geçerlidir. Türkiye hariç.
                 Dünyada sanık hakları denen bir şey vardır. Suçlu-suçsuz bakılmaksızın, hatta  bu çerçeveden tartışmaksızın hukuk tekerleğine normal döngüsüne bırakılır; Türkiye hariç... Aynı yaklaşım eğitim için de geçerlidir. Mimari, kent mimarisi vb. için de geçerlidir; Türkiye hariç…
                 Türkiye’de tragedyalar çağı bitmedi.  Sadece Türkiye’de değil, dünyada bitmedi. Çünkü sınıf gerçeği, buna bağlı sömürü geçeği başlı başına bir tragedyadır. Çünkü sınıf gerçeği varsa, sömürü varsa ve buna bağlı kanlı-kansız iktidar mücadeleleri sürüyorsa, dünya bir tragedyaların oynandığı sahnedir. İnsanların, özellikle çocukların savaşlarda ölmesi, açlığı doğuran politikalara milyarlarca dolar harcanması… çok bildik olarak, sınıf gerçeğinin sonuçları.
                 Türkiye için geçerli olan katmerli bir tragedya. 12 Eylül faşist darbesini yapanların yargılandığı davada, sanıkların duruşmaya getirilmesi konusundaki aşırı “duyarlılık” ile, Balyoz Davası kararı, hukuk tekerleğinin nasıl da istenildiğinde kare biçiminde döndürüldüğünün bir kanıtıdır. Bu karardan sonra, darbe yapmış/teşebbüs etmiş, etmemiş tartışması anlamını yitiriyor. Geçmişte Erdal Eren’in 17 yaşında asıldığı zalim bir Eylül ayı içindeyiz. O zaman da hukuk tekerleği bir işkence tekerleği idi. Değişen fazla bir şey yok. Sadece muktedir koltuğunda oturanların suretleri değişmiş; ki “yüzleri” demeye dilim varmıyor.
            Bu hengame içinde, Fethiyeli yazar Orhan tez, balıkları dert edip, kitabını yazmış. Kendi içinde önemli ve alçakgönüllü bir çalışma. Orhan tez, ülkenin okur yazarlığı için, kitap uygarlığı için edebiyat iktidarından uzakta, Fethiye’de önemli ve övülesi bir iş yapıyor; sürekli yazıyor ve kitap yayınlıyor. İşte son kitabı, Etki yayınlarından çıkan “Balık Sana Emanet” kitabı da böyle bir çalışma. Küçük balıkların küçük tragedyaları, küçük metinlerle…Ve bu zamanda bu kitabı uzun uzun yazmak yerine kare tekerlekleri yazmak da ayrı bir tragedya! Bir küçük tragedya…

Haftanın dörtlüğü; “…daha kaç kere bu şehirde kendimize ağıt seçeriz önce
                                           bundan ötesi ölüm

                               daha kaç kere kendimize ölüm seçeriz sonra
                                           bundan sonrası ağıt”