Bursa Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun “yüz yıllık SÖZ” başlıklı performansı 100. yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyet’i edebiyat ve tiyatronun sıradışı işbirliği ile selamlıyor. Projeyi, yaratıcısı Murat Daltaban ile konuştuk.

‘Tüm kavramlar hurda durumda’

Emrah KOLUKISA

Nilüfer Kent Tiyatrosu, Genel Sanat Yönetmeni Murat Daltaban tarafından tasarlanan ve yönetilen “yüz yıllık SÖZ” isimli canlı okuma performansı, Cumhuriyet döneminde yazılmış romanlardan seçilen 100 romanın, Türkiye’nin tüm tiyatro okulları ve konservatuvarlarından davet edilen 100 tiyatro öğrencisi tarafından bir gün içinde, tek bir solukta okunmasıyla gerçekleşecek. 12 Kasım Pazar günü gerçekleşecek bu çarpıcı projeyi yaratıcısı Murat Daltaban ile konuştuk.

Murat Daltaban (Fotoğraf: DOT)

“yüz yıllık SÖZ” nasıl başladı, hangi fikirler var bu ilginç projenin geri planında?

Üzerine düşündüğüm, merakla okuduğum, izlerini kovaladığım birkaç konunun, birbirini tetiklemesi bu proje. Sanat eserinin menzili, tarihin kurgu tehdidi ve sanatla ilişkisi, genç sanatçının yolculuğu sırasında sırtında taşıdıkları, sanat içi hiyerarşi, kültürün var olma ihtiyacı ve daha birçok konu başlığı… Dünyayı gözlerken, objektif bakış açısına sahip bir duruş noktasını bulmak; çevremdeki bilgiyi tarafsız konumlandırmayla izleyebileceğim gözlem kulesini inşa edebilme çabası. 100 yıllık bir kesiti ele alan sınırlandırılmış bir laboratuvar kurgulamak istediğim. Bunu da bu kesitin mimarlarını gözleyerek yapmak amacım. Her birinin süzgecinden geçirdiği bilgiyi nasıl dışavurduklarını gözleyebileceğimiz bir zaman kulesi, kocaman bir kelimeler havuzu yaratmak. Tekrar eden, dönüşen, birbirine benzeyen, birbirinin zıddı kelimelerden oluşan bir ses kubbesi. Bize ne diyor onu dinlemek, ona kulak vermek… Çokluğun içine dalmak.

Proje için 100 eseri seçerken hangi kriterler öne çıktı?

Özellikle roman türüne ve kadın romancılara yöneldim. Roman türünün detaycı ve derinlemesine işleyen mekaniğini bir girdaba benzetirim, derine çektikçe kuvvetlenen… Zaman kullanımı ve etkisi üzerine çok düşünebileceğim bir tür roman ve yazarı. Kadın romancıları da özellikle merak ettim. Kadın hareketinin Cumhuriyet’in kurulmasında çok güçlü bir akıma sebep olması gerekli diye düşünüyordum. Yoksa Cumhuriyet projesinin başarılı olması mümkün görünmüyor. Bugün baktığımız noktadan da çok net görünüyor kadın hareketinin direncinin etkileri. Gerçek bir kadın hareketi tanımlanır mı döneminde onu merak ediyordum. Osmanlı’dan süre gelen çok derin bir kadın hareketini keşfettim çalışırken. Benim eksikliğim; kadın hareketinin küresel bir ağın güçlü ve dirençli bir parçası olduğunu hissetmek bana çok iyi geldi.

Yıllarını tiyatroya vermiş bir sanatçı olarak Cumhuriyet’in 100. yılında nasıl bir memleket görüyorsunuz? Geleceğe dair umutlarımızı yeşertecek neler var elimizde?

Geleceği öngörmek için çok araç var elimizde artık. Hiç olmadığı kadar bilgi var ulaşabileceğimiz. İnsanlık tarihinin en aydınlık dönemindeyiz. Ama en karanlık dönemini de yaşıyoruz. Elimizdeki bilgiyle ne yapacağımızı bilmiyoruz. İnsan kendini hayal ettiği yerden daha yukarda bir yerde buldu. Bir memleket, ulus, halk dünyanın bütününden bağımsız hayal edemez geleceğini artık. Tüm kavramlar hurda oldu, kavramlar yeniden doğdu, pırıl pırıl ışıklarıyla insanın kendini yenilemesi için bekliyor.

Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu ile sahneye koyduğunuz ‘1984’ çok ses getirdi, en son Afife Ödülleri’nde büyük sükse yaptı. Siz ‘1984’ü sahnelerken Türkiye’ye dair neler söylemek istediniz?

Bu soruya cevap vermeye çalışıyorum… Kuracağım cümleler durumun vehameti yanında zayıf kalıyor. “1984”teki ideolojiden daha büyük problemlerimiz var. Orwell bile yaşadıklarımız kadarını hayal edememiş. Fakat öyle bir zaman ki sabahına uyandığınız günün akşamı her şey yoluna girmiş olabilir. 21. yüzyılı daha anlayabilmiş değiliz bence. Önümüzdeki, yıllar bile olmayabilir aylar, günler içinde her şey değişebilir. 21. yüzyıl bambaşka bir evrenle geldi.

Uzun zaman kurum tiyatrosunda çalıştıktan sonra özel tiyatro yapmaya başladınız ve çok da başarılı oldunuz. Ardından bu sefer daha küçük ölçekli olsa de yeniden kurum tiyatrosuna döndünüz. Türkiye’deki bu ödenekli-özel tiyatrolar ikilemine dair ne düşünüyorsunuz?

Bu konunun kökeninde doğrudan doğruya devletin merkeziyetçi müdahale tutkusu var. Müdahale yokmuş gibi yapıp dolaylı her yoldan tiyatroya en sert müdahaleleri yapan, sanatı politikasızlaştıran, etkisiz kılma arzusu taşıyan bir iklim var her zaman. Ama ben kendimi bildim bileli var bu iklim, yeni değil… Sağcı politikalarla gelen sert darbeler bunlar. Üretirken özgür düşünmenize tahammülsüz bir iklim bu. Özgürlük karşıtlığının arttığı dönemlerde daha net gözlemlenebiliyor, ama hep vardı. Ödenekli ya da özel, birbirinden ayırmadan tiyatronun yolundaki taşları temizlemek, kaynakları çok büyük olan devlet için çocuk oyuncağı. Ama yapmak istemiyor devlet bunu. Bunca zamandan sonra geldiğim nokta bu.