Her ayrılışımızda ona sarılmak isterdim. Ama artık genç bir adam olmuştu. Babasından arabanın anahtarlarını alıp gezmeye gidiyor, saçlarına garip bir şeyler sürüyor ve erkeklerle arkadaşlık ediyordu. Kendini taşıyışında, sokakta yürüyüşünde, elini cebine atışında yepyeni bir şey vardı

Üç Teşebbüs

İrlanda’nın yaşayan büyük şairlerinden biri olan Bernard O’Donoghue geçen hafta Trinity’deydi. Cork’ta bir çiftlikte doğup büyüyen O’Donoghue, babasını genç yaşta kaybedince annesi ile birlikte Manchester’a göç etmek zorunda kalmış. Eğitimini İngiltere’de tamamlamış. Senelerce Oxford’da edebiyat dersleri vermiş. Seamus Heaney ile orada tanışıp arkadaş olmuş. Hala da İngiltere’de yaşıyor. Fakat İrlanda’yı ve çocukluğunu hiçbir zaman tam olarak geride bırakmamış.


İrlanda da onu hiç bırakmamış olsa gerek ki, Dublin’e geldiğinde büyük bir sevinçle karşılandı. Aslına bakarsanız, Trinity’ye kendisinden önce onunla ilgili hikayeler ulaştı. O’Donoghue için Oxford’un gelmiş geçmiş en sevilen hocası diyorlardı. Konuşma yapacağı gece, konferans salonu hınca hınç doluydu. Sadece akademisyenler ve öğrenciler değil, Dublinliler de oradaydı. Hemen yanımızdaki sırada alışveriş çantasıyla gelmiş uzun saçlı, orta yaşlı bir hanım, elinde şairin “Here Nor There” (Ne Orada Ne Burada) adlı kitabını tutuyordu. Muhtemelen konuşmadan sonra imzalatmak üzere yanında getirmişti.

O’Donoghue yumuşak bakışlı, incecik bir adam. İleri yaşına rağmen üzerinde bir oğlan çocuğu beceriksizliği var. Tevazu içinde hafifçe eğilerek sahneye çıktı. Mikrofona pek yanaşmadan usul usul konuşmaya koyuldu. Öyle ki, hepimiz onu duyabilmek için öne doğru hamle etmek zorunda kaldık. Yine aynı kitapta yer alan ve “Ter Conatus” (Üç Teşebbüs)* adını taşıyan şiirin hikayesini anlatarak başladı. Ona ilham verenin Aenead’daki bir sahne olduğunu söyledi. Bu sahnede, Virgil’in ünlü destanının kahramanı Aeneas ölüler diyarına gider ve orada yeniden kavuştuğu babasını kucaklamak ister. Ancak, yeraltındaki herkes gibi babası da artık yalnızca bir gölgeden ibarettir. Bir gölgeye sarılmak da mümkün değildir. Fakat Aeneas bunu anlamaz. “Üç kez uzattı kollarını onu kucaklamak için, üç kez kaçtı babasının sureti kollarının arasından, tıpkı tatlı bir meltem ya da uçucu bir rüya gibi.”

“Üç Teşebbüs” adlı şiir işte bu imgeden yola çıkarak yazılmıştı ve birbirlerine duydukları yakınlığa rağmen bunu ifade etmeyi hiç başaramamış iki kardeşin hikayesini anlatıyordu. “Altmış senedir kardeştiler” diyordu, “Çiftlikte omuz omuza çalışmışlardı, bir kere bile birbirlerine dokunmadan.” Sonunda kadın ölümcül bir hastalığa tutulduğunda, erkek kardeş eve dönüyor ve ona teselli vermek istiyordu. Ne var ki, ömürleri boyu birbirlerini hiç kucaklamamış bu iki yaşlı insan, bunu nasıl yapacaklarını bilemiyorlardı. Şiir, gitgide pişmanlıkla dolan bir sesle ilerliyor ve kadının acıyla iki büklüm olduğu bir anda ona kollarını açmak isteyen ama bunu başaramayan adamın çaresizliğini anlatarak son buluyordu.

[…] ’Bana yaslanmak ister misin?’, diye sordu,
Ona doğru bir adım atarak. ‘Ben hallederim’,
Diye cevap verdi kadın, merdivenlere doğru ilerlerken.
Böyle üç kere uzattı elini ona.
Ama o kadar talimsizdi ki, nasıl yapılacağını bilemedi.
Üç kere düştü eli gerisin geriye, yerini aldı
Sessizce yanı başında.

Konuşma sona erdikten sonra, ruhumda bir ağırlıkla eve döndüm. Belki de O’Donoghue’nun şiiri bana kendi başarısız teşebbüslerimi anımsattığı için. “Bir kardeşin kucaklaması” ile sarılabileceğim ama bir şeyler beni durdurduğu için dokunmayı başaramadığım arkadaşlarım geldi aklıma.

Bunlardan çok sevdiğim birini nasıl geride bıraktığımı hatırladım. Halbuki birlikte büyümüştük. Aynı bu şiirde anlatıldığı gibi. Ders notlarımızı, kitaplarımızı, ilk aşk acılarımızı paylaşmıştık. Sevdiğimiz şarkılardan oluşan kasetler doldurmuştuk birlikte. Mahallenin delikanlısı olduğunu sanan birine kafa tutmuş, voleybolda yenilince karşı takıma gazoz ısmarlamıştık. Benim yüzümden yenilmiştik, ama o hiç yüzüme vurmamıştı. Aramızda çocukluğunu birlikte geçirmiş insanların anlayabileceği türden bir teklifsizlik vardı. Aynı aptal şakaya günlerce güler, üstüne bir de buna bu kadar gülmüş olduğumuza gülerdik. Üniversite için evden ayrıldığımda, mektuplar yolladık birbirimize. Benimkiler yeni bir şehre gitmenin, yeni bir hayata başlamanın heyecanıyla doluydu. Arka arkaya yazıp duruyordum. Onunkiler ise, birlikte büyüdüğümüz mahalleden haberler veren, sloganların şarkı sözlerine karıştığı, okuduğu bölümü hiç sevmediğini anlatan mektuplardı. Aslında yazmaktan hoşlanmıyordu. Beni mutlu etmek için yazdığını biliyordum.

Tatillerde eve döndüğümde parktaki bankta buluşurduk. Önceleri ne konuşacağımızı bilemezdik. Sonra biri eski bir şakayı hatırlatır, öteki de ona gülerdi. Böylece her şey normale döner, aradan hiç zaman geçmemiş gibi olurdu. Bazen aşık olduğu kızdan bahsederdi uzun uzun. Ben de dinlerdim. Kız onun yüzüne bile bakmıyor, bizimki ergenlere özgü derin bir acıyla kıvranıp duruyordu. Bir keresinde o kadar üzgündü ki, benimle buluşmaya geldi ama hiç konuşmadı. Birlikte sessizce oturduk. Kızın isminin geçtiği bir reklam spotu vardı. O yaz her yerde onu çalıyorlardı. Onu duyduğumuzda bir ağızdan bağırmayı adet edinmiştik. Öylece otururken, bir zaman sonra yine aynı reklam duyuldu. Ben avazım çıktığı kadar kızın adını bağırdım. O gülmeye başladı. Böylece yaz gerçekten gelmiş oldu.

Her ayrılışımızda ona sarılmak isterdim. Ama artık genç bir adam olmuştu. Babasından arabanın anahtarlarını alıp gezmeye gidiyor, saçlarına garip bir şeyler sürüyor ve erkeklerle arkadaşlık ediyordu. Kendini taşıyışında, sokakta yürüyüşünde, elini cebine atışında yepyeni bir şey vardı. Bu haliyle garip bir dokunulmazlık taşıyordu. Son görüşmemizde, beni okuluna götürdü. Aşık olduğu kızla sonunda beraber olmuşlardı, gözlerinin içinden mutluluk akıyordu. Bu halinde çocukluğumuzdan kalan tanıdık bir şeyler vardı. Yol boyunca şakalar yaptı, hikâyeler anlattı, geleceğe dair planlarından bahsetti. Beni eve bıraktığında, kapıda bir süre lafladık. Bunun bir veda olduğunu ikimiz de bilmiyorduk. Ayrılırken, her zamanki gibi ona sarılmak için hamle ettim. O ise, bana elini uzattı. İki yetişkin gibi ciddiyetle el sıkıştık. “Görüşürüz,” dedi. “Görüşürüz,” diye cevap verdim ben de.

Sonra akşam karanlığında incecik bir gölge gibi sokağa dalıp kayboldu. Dokunulmaz ve gururlu. Tıpkı O’Donoghue’nun şiirindeki gibi.

* Virgil’in eserinde geçen latince bir ifade olan “Ter Conatus” aslında “üç kere denedi” diye çevrilmeli, ama bir şiir başlığı olarak “üç teşebbüs” bana daha uygun göründü.