Türkiye'de 1980 sonrasının büyük keşfi kadınlar üzerinden oldu. Bir anda en gözde konulardan birisi "kadın sorunu" üzerinden tanımlandı.

Türk Sinemasında Kadın–10
Ulusal ve yabancı filmlere yönelik ‘feminist eleştiri’

Türkiye’de 1980 sonrasının büyük keşfi kadınlar üzerinden oldu. Bir anda en gözde konulardan birisi “kadın sorunu” üzerinden tanımlandı. Sinemamızda bu konuya eğilmekte özel bir ilgi gösterdi. Ama nedense kadın sorunu büyük oranda “cinsellik” üzerinden kodlandı.
1990’lı yıllarda sinemada kadın üzerinden kurulan filmler büyük bir inandırıcılık sorunu yaşadılar, ilginçtir, bir tür maraz ile cinselliği birleştirmeye çalışan filmler ortalığı kapladı.
Sinemada eleştiri ise 80 darbesinden sonra gerçekten büyük değişimler geçirdi. İlk önce sinemanın toplam izleyici sayısında radikal azalmalar, art arda sinema salonlarının kapanması gündeme gelince ilk önce basında sinema eleştirileri azaldı, hatta köküne kibrit suyu ekilir oldu. Çıkan dergilerde uzun ömürlü olmadı, ciddi olarak tiraj sorunu yaşadılar. Daha da önemlisi derginin çıkmadığı dönemleri, birkaç derginin birden çıkması ve toplu olarak kapanmaları izledi. Ama aynı süreç sinema kitapları açısından bakıldığında büyük bir literatür genişlemesi oldu. Geçmişte hiç olmadığı denli sinema kitapları yayınlandı.
1990’lı yıllar ise, özellikle Amerikan sinemasının Türkiye’de doğrudan kendi şirketlerini kurarak göstermesini izleyen yıllarda, sinema dergiciliği büyük sermayenin işi olmaya başlarken, basında Amerikan sinemasına yönelik tanıtım-derleme yazıları sinema eleştirisinin yeni yüzü olmaya başladı. İlginçtir büyük sermayenin çıkardığı dergilere baktığımızda, neredeyse dört beş kişiyle çıkartılıyordu, bunların büyük bölümü ise çevirmenlerden oluşuyor, Amerikan ve İngiliz dergileri yağmalanarak kes-yapıştır ile dergi çıkarılıyor, Hollywood’un süprüntü yıldızlarının boy boy afişleri veriliyordu.
1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Türkiye’de seyirci sayısı istikrarlı biçimde artmaya başladığında, sinema eleştirisi de “serpilip gelişti”, ama bütünüyle yeni bir yörüngede. Artık genel olarak “kadın sorununa değinme” yeni başat hassasiyetlerden birisi olmuştu.
Bu açıdan inanılmaz potlar kırılmaya başlandı.
Titanik filmi geldiğinde, filmin merkezine oturtulan aşk hikâyesinden Atilla Dorsay artık sınıfsal çelişkilerin kalmadığını yazdı.
Lars von Trier’in bir manifesto ile başlattığı Dogma filmlerinden Karanlıkta Dans filminde ise Tuna Erdem insanın kanını donduran yorumlar yaptı. Halk arasında tavukkarası denilen bir hastalık yüzünden, Avrupa’dan Amerika’ya göç etmiş bir annenin en azından kendi çocuğunu kurtarabilmek için giriştiği mücadele üzerine büyük oranda yalın ve iyi yazılmış bir metinle melodramın kalıplarını yenileyerek özgün ve etkili bir filmdi Karanlıkta Dans. Anne karakteri sosyalizmi, annenin çocuğunun tedavisi için biriktirdiği parayı çalan Amerikalı ve onun hassasiyetleri ise kapitalizmi temsil edecek şekilde yapılandırılmıştı. Dramatik yapının bir yerinde kadın adamı öldürüyor, sonunda idama mahkûm ediliyordu. Bu ilişkiden Tuna Erdem yine cezalandırılan kadın oldu sonucuna ulaşarak tarihi bir adım attı.
Gemide filmi çıktığında ise bu kez iki taraflı bir bakış açısı ortaya çıktı: Bir yanda erkek egemen kültürün ürünü ve kadın düşmanı diyenler, diğer yandan ise kadının dışlandığı erkek dünyasındaki maçoluğu çok iyi anlattığına değinen bir yaklaşım filizlendi. İlk kesimdekiler Gemide’yi ihmal ettirmek için ellerinden geleni yaptılar.
Bu tartışmalar en ileri boyutuna Üç Maymun ile ulaştı. Filmin evlere şenlik yorumlarında, kadın kimliğini aşağıladığını ileri sürerek “altın bamya” ile taciz ettiler.
Ama şunu söyleyelim, buradaki ilişki bununla sınırlı kalamazdı. Epistemolojik olarak incelendiğinde çok anlamlı ortak özellikleri görülebilir:
1)    Birincisi tarihe yaslanarak, hem Doğulu hem de Batılı toplumlarda kadın kimliğinin bastırıldığı, kadının toplumsal yaşamdan dışlandığı, erkeğe tabi hale getirilerek “kadının kimlik, kişilik ve yaratıcılık” süreçlerinde engellendiği, buna karşılık, sadık eş ve doğurgan olarak yüceltildiği öne sürülüyordu. Ardından ise, tarih içinde kadınların büyük yaratıcı edimlerini keşfetmek için yolculuğu çıkılıyordu. Müzisyen, bilim kadını, ressam, yazar… gibi alanlarda kadınların yaratıları ve eserleri ile tarih/sanat yazımında kadın kimliğini yok sayan yaklaşım olarak “bir tür erkek historiografyasının” yazıldığı ileri sürülüyordu. Bunlara ek olarak kadın cinselliği ve toplumsal dışlanmanın batılı toplumlara göre doğulularda çok daha baskın olduğu tespiti yapılıyor, bir isyan bayrağı açılıyordu. Bu çalışmalardan genel olarak değerlendirmeler için, ideal bir kadın tasavvuru yaratılarak, her türlü eserdeki kadın temsilleri ve yaratımı bu ideal kadın tasavvurundan yola çıkarak eleştiriliyordu.
2)    Aynı zamanda, kadın tasavvurunu yaratmak için (tanımlar büyük oranda karşıtlarından yola çıkılarak yapılabildiği için) erkeklere ilişkin süreç de inşa ediliyor, buradan “kötü ya da öteki olarak erkeğin modellemesine” geçiliyordu.
3)    Nihai aşama ise, genel olarak sanat eserlerinde, özellikle sinema sanatında ise, filmsel gerçeklik ve toplumsal yaşam arasındaki ilişki üzerinde durulmadan, yukarıdaki idealleştirme ya da soyutlama üzerinden oluşturulan karşıtlık üzerinden, özellikle eserlerin içindeki kadın temsillerinden yola çıkılarak keskin yargılara ulaşılıyordu.
Bu açıdan, Türkiye’de kuramsal olarak fazla gelişmemiş, buna karşın pratikte keskin yargıların ucu sivriltilerek dışa vurulduğu eleştiri örnekleri tarihimizde hiç görülmediği kadar yaygınlaştı. İdeal kadın haklı ve evrenseldi, bu kadın kimliği ise büyük oranda erkek yaratıcıların ellerinde eciş bücüş hale getiriliyordu, eleştiri ise bir anlamda buna direniş gösteriyordu.
İlginç olan bu tarihsel kesitte ve önümüzdeki en azından çeyrek yüzyıl içinde, İslami Siyasallaşmanın giderek keskinleşerek öne çıkması, kadına Türkiye’nin geçmişinde olduğundan çok daha keskin –hatta katı- kuralların öne çıkması oldu. Kadın gerçek anlamda toplumsal yaşamdan izole ediliyordu. Kadınların siyasal yaşamdaki rolü daraltılırken, okumuş kadınlar için bile ideal model iyi çocuk yetiştirebilmesini sağlayan bir yetiye indirgeniyor, kadınlar evlendikten sonra genel olarak toplumsal yaşamdan izole ediliyordu. Bugünkü siyasal yaşamdaki siyasal liderlerin yaşamları bunun uç noktası olarak teyit edici işlevini görüyor. Bir de bununla paralel olarak İslami hareketin çok önemli bir kolu olarak kadının “hem ikincil hem de cinselliği yalıtılmış ve yüceltilmiş bir ana kimliği olarak yücelten” bir kadın hareketi ortaya çıktı. Giderek bir mücadele başlığı haline geldi, ikincilliği ve yasakların yüceltilmesini talep eden eğilim.
Feminist hareket buna yanıt veremedi, kendi kimliğini inşa edemedi.
Bu açıdan çok ilginç bir paradoksla karşılaşmıştır Türkiye: Türkiye’de İslami hareketin yükselişi ve toplumun muhafazakârlığı o denli güçlendi ki, neredeyse elinizi uzatsanız Şeriat rejimine geçilecek gibi hissetti milyonlarca insan. Bu anlamda, gerçek şudur ki Türkiye’de kadınların sosyal yaşamda kazandıkları haklar yeniden Osmanlı’nın Mecellesine dayalı bir düzenin kurulmasının önündeki en büyük engel haline geldi. Günümüzde dahi, belirli adımların atılmasının önündeki en önemli engel kadın kimliği üzerinden yaşanmakta, Türkiye’de rejim değişikliğine karşı direncin en önemli merkezi kadın kimliği üzerinden yaşanmaktadır. Ama bu direncin merkezinde feministler değil, kadınlar durmaktadır.