Üniversitenin Ölümü

Prof. Dr. İlker BİRBİL

Başlık benim değil. Oruç Aruoba'nın. Keşke ilk benim aklıma gelseydi. Zamanını fersah fersah aşan bir başlıkmış .

Hatırlayalım. Sene 1981. Zorla dayatılan kanunlar, kadrolaşma, bilimsel ve yönetsel özerkliğin yerle bir edilmesi. Pek bir tanıdık. Üniversite böyle olmaz der Aruoba ve akademiyi bekleyen tehlikenin altını çizer. Yazının üzerinden uzun zaman geçmiş. Geçmeyense tehlike.

Aslına bakarsanız günümüzde kalburüstü bir üniversitenin, büyük ölçekli bir şirketten çok da farkı kalmadı artık. Her neyin daha çok yapılması teşvik ediliyorsa, ucu bir şekilde sayılara, oradan da malum sıralamalara çıkıyor. Süslenip püslenen üniversiteler, vitrinlik pozlar, rüküş haller.

Peki madem. Yarışsa, yarış. Fakat artık üniversitelerin rakipleri arasında dev firmalar olduğunu unutmayalım. Mesela yakın zamanda yapılan yapay zekâ alanının en önemli konferanslarından birinde, Google bütün üniversiteleri geride bırakıp, en çok makale çıkaran kurum oldu. Nasıl? Hoş şaşıracak bir şey yok. Bu firmalar sadece başarılı yeni mezunları kapmakla kalmıyorlar, farklı alanların öncü akademisyenlerini de tek tek bünyelerine katıyorlar. Araştırmayı önemsiyorlar ve ayırdıkları imkânlar neredeyse sınırsız. Yani sonucu belli bir yarış bu. Ama mızmızlanmak yok. Yarışın kurallarında biz ısrar ettik: yayınlar, atıflar, projeler, sayılar, sayılar, sayılar…

En akıllılarımız da evrak peşinde koşuyorlar.

Bugün üniversite fikrinin tam ortasında koca bir boşluk var. Ve o boşluğu sadece daha çok çalışarak dolduracağımıza bizi inandırdılar. Daha çok makale, daha çok atıf, daha çok ödül. Boşluk dolmuyor. Daha çok proje, daha çok bina, daha çok para. Yine dolmuyor. Boşluk baki.

Nepotizm, anlamsız makam arabaları ve yükselen kampüs duvarları giderler elbette. Gidecekler de. Fakat sonrasında bir yenilik istiyorsak, o değişimi yapmasını beklediğimiz genç insanların önlerine koyduğumuz rol modellerini konuşmanın vakti çoktan geldi. Başarı hikâyesi diye anlattıklarımız yine bencil sayılarla mı sınırlı yoksa? Mesela aydın sorumluluğundan dem vuran duymuyorum hiç. Huzur kaçıran, çetin soruları sorabilen akademisyenleri işaret eden de görmüyorum. Ayrıca hep teknoloji ya da temel bilimler öne çıkarılıyor. Edebiyat, felsefe ya da tarih sayılara girmedikleri için mi üvey evlat muamelesi görüyorlar? Özünde korumamız gereken, entelektüel hayata dair ne varsa, hepsi geride kalıyor. Oysa yan gelip yatanlardan, liyakat fukarası insanlardan kurtulmanın da tek aracı söze, eleştiriye yer açmak. Bugün bana Türkiye'de bir tane üniversite gösteremezsiniz ki öğrencisinin, çalışanının ya da öğretim üyesinin söz söyleme hakkını savunsun. Böyle üniversitenin topluma dinlettirecek sözü olabilir mi?

Sonra olanlar oluyor işte. Yahu apaçık sayılarla oynadılar. Yok vakaymış, yok hastaymış. Hukuk katliamlarını hep birlikte heyecanlı birer film gibi izledik. İntihaller, ısmarlama tezler, bol keseden dağıtılan doktora dereceleri. Sapır sapır dökülen bir düzen. Hani, nerede akademi? Meydanı böylesine boş bulan her alanda daha neler yapmaz. Ki yapıyor zaten. Kimseye de sordukları yok.

Bugün üniversite fikrinin tam ortasında koca bir boşluk var. Ve o boşluğu sadece akademik özerkliğe ve ifade özgürlüğüne sahip çıkmak doldurabilir. Çünkü cesaretin, fikrin ve eleştirinin önünü açan bu sahipliktir.

Ve o boşluk üniversitenin yüreği. Yürek yok üniversitede. Ölüyor.

1- Oruç Aruoba, “Üniversitenin Ölümü,” Arayış Dergisi (40), 1981.