Tüm dünya yoksullarının ölümsüz rehberi Ernesto Che Guevara’nın, yarınların güzelleşmesinin ancak ‘yeni insan’ ile gerçekleşebileceğini söylemesini şimdi daha iyi anlar oldum, Mahir Çayan’ın bu kadim coğrafyanın ezberini bozmasıysa taptaze bir gerçeklik.

Vasatlık çağında sınanmak

Alper Turgut

Resmen patladı tabirine pek alışamasam da Netflix’in Güney Kore işi “Kalamar Oyunu” (Squid Game) dizisi, bu asri zaman deyişinin hakkını, ziyadesiyle veriyor. Hatta yaklaşık 60 yıldır beyazperdeye aşina olan ve sayısız ertelemenin ardından 25. filmi nihayet sinemaseverlerle buluşan yeni James Bond (Ölmeye Zaman Yok) seyirliği dahi, bunca konuşulmuyor, hani neredeyse. Kalamar Oyunu, dört sene evvel yine benzer bir nümayişle karşılanan İspanyol serisi “La Casa de Papel” gibi, yıllar yılı gündelik hayatımıza asılıp kalacak, besbelli. Peki, Kalamar Oyunu ve La Casa de Papel’in böylesi rağbet görmesinin gerekçesi ne olabilir, vahşi kapitalizm ve onun yaşamlarımızı resmen enkaza çevirmesi dışında.


Evet, fikir olsun, çıkış noktası olsun, görsel olsun, estetik olsun, sürükleyicilik olsun, gerilim olsun, gerçek anlamda iyi ve sahici projeler, hiç kuşkusuz. Merak uyandırıyor, çeşitli klişelere ve hah seni şimdi yakaladım sahnelerine karşın, bir bölüm, iki bölüm kâfi gelmiyor, sonuna kadar götürmeyi deniyor. Ancak kadehleri coşkuyla havaya kaldırıp, İtalyan partizanların ölümsüz marşı Çav Bella’yı söyleyince, sistem karşıtı olunmuyor, ne yazık ki. Veya merkez bankasını soyunca, yoksulların kanı ve teriyle sulanarak kök salmış düzen, vah ben çok hatalıydım, kahrolsun etkin, yetkin ve zengin sınıf, selam olsun üreten emekçiye, artık benden buraya kadar demedi, demeyecek.

La Casa del Papel, uzadıkça saçmalayan, saçmaladıkça uzayan bir hal çoktan aldı, reyting, reklam, bol para, diziyi, bitmek bilmeyen kanlı ‘Testere’ (Saw) serisine veya bizim meşhur Recep İvedik’e çevirecek sanki. Kapitalizm tam olarak böyle bir şey zaten, bedeli canla ödenmiş değerlerimizi bize pazarlamak, her şeyi içerikten yoksun bırakıp, ambalajlayıp satmak. İşte bu yüzden, lastik gibi uzayan diziye, son olarak Portekiz’in Karanfil Devrimi’nin (Nam-ı diğer Nisan Devrimi) güzelim şarkısı Grandola Vila Morena’yı de eklemişler, utanmadan, sıkılmadan, aldırmadan, elbette. Şarkı şunu der; “Her köşede bir yoldaş var / Ve her yüzde bir eşitlik” devamında ayak sesleri ezgiye eşlik eder ve şöyle biter; “Yaşı bilinmeyen bir meşenin altında / Meşe kadar eski bu şehirde / Bir yoldaş yemini ettim / Grandola senin için.” Yoldaş yeminlerine, ooo yeee, vay arkadaş, çekmişler en esaslı sahne diyenlerin varlığı da hasletleri tarumar ediyor, bir bakıma, bilesiniz.

Kalamar Oyunu’nun en çok sinematografini sevdim. İnce işçilik, detaylar, popüler olması ve ardından pazarlanması için tasarlanan objeler, giyim kuşam ve dahası. Araya da reklam filan, oh ne ala! Bir anda ünlenen veya ünü katmerleşen oyuncular, üç, beş değil, milyon milyon artan takipçiler, bol kepçe beğeniler, yeni fanlar, kıtaları aşan hayranlar. Günümüzde çılgınlık seviyesinde, herkes, birilerini takip etme hevesinde. Her neyse. Öykü, ölüm veya para seçeneğinde, gönüllülük temelinde ilerliyor, en düşkünleri, borç batağında yaşayanları, fukaralıktan illallah diyenleri, ellerinde kalan tek şey olan hayatları karşılığında bir sınava sokuyor. Haliyle benzer hikâyeler okuduk, benzer filmler gördük. Lakin yazar ve yönetmen Hwang Dong-hyuk’un 13 yıldır kafasında demlenen ve şekillenen bir yapıt olduğu için, şüphesiz ayrıntılı, çekici ve sarsıcı.

Yine de bile isteye ötekileştirilen, sömürülen ve hayatlarının içine edilen yoksul ve yoksunları, böylesi yem etmek, yine ve yeniden mağdur ve mağlup etmek, ağır bir yük insanda, izlerken ve üstüne düşünürken, diyebilirim. Modern hayatın içerisinde, kapitalist düzenin bireyleri inadına bencil, çıkarcı ve vurdumduymaz tiplere çevirmesini anlatmayı denemeyi anlarım, rekabetin aşırıya kaçmasının, insanları küçük birer yok ediciye dönüştürmesini de mantık çerçevesine oturtabilirim. Lakin eğlence adı altında, ağır dramları kullanıp, insanlık onurunu hiç etmeyi, kapitalizm eleştirisi sayan bir sayıklamayı, asla kabul etmeyiz biz. Düzene dair kritiğinin, bireylerin bir kısmının kurtulmasıyla, diğerlerin sırtına basa öne çıkmasıyla sınırlamak, olsa olsa kapitalizmin en sevdiği yargılanma biçimidir. Biricik derdimiz, gel vatandaş gel, sistemi dövüyoruz diyerek, insanların gazını alan sahte girişimlerdir, kıssadan hisse.

Gelecekte de yoksul ve zengin arasında geçecek, sistemin gözetiminde ve varsılların platformlarında sisteme karşı olduğunu söyleyecek benzeri çatışma, yarışma konseptli projeler çoğalacak, burası kesin. Çünkü alım gücümüz sürekli düşüyor, pandemiyle birlikte dünyanın yoksulları daha da fakirleşti, nüfus çoğalıyor, su azalıyor, petrol azalıyor, besin azalıyor, kapitalizme son savaş, en nihayetinde yaşanacak, illa yaşanacak, bundan kaçış yok!

Anlatmayı denediğim her şey, aslında giderek seviyeyi düşüren malum vasatlık çağına dair. Gerçekten eskiye ait şeyleri, nostalji yapıyorsun diye karşılayanlar bile, gayet farkındalar, ucuzluk, boşluk, çarpıklık, derinlikten yoksunluk, yaşamın kendisini esir aldı, epeydir. Evler bile tek düze, arabalar da öyle, heykel de sinema da spor da. İşte aklınıza ne gelirse, büyük bir eksiklik içerisinde.

Kalbinizi çarptıran şiirler azalmadı mı, bizi büyülü dünyalara taşıyan romanlar kaldı mı, işte bu başyapıt dediğiniz filmi, en son ne zaman izlediniz, kitap okumayı kaçınız bıraktı, sosyal medyayla birlikte okuyandan daha çok yazan olması, tuhaf gelmiyor mu? Tereddütsüz söyleyiverin hadi, ucuz kahramanlar yaratmıyor musunuz, kendinize yakın diye, iki de hoşunuza giden tivit attı diye, nice tiplemeyi, değerli hayatınızın asıl karakterlerine dönüştürmüyor musunuz, iyi yaygara yapanı kucaklıyorsunuz, gücü eline geçirenin anında başkalaşmasına rağmen, tekrar ve tekrar yanılmaya, hata yapmaya doymuyorsunuz, hem iktidarla hem muhalefetle iyi geçinenlere, onlarla iş çevirenlere şaşırmıyorsunuz, bu böyle gider de, pek sevmediniz sanırım, artık durayım değil mi?

Tüm dünya yoksullarının ölümsüz rehberi Ernesto Che Guevara’nın, yarınların güzelleşmesinin, ancak ‘yeni insan’ ile gerçekleşebileceğini söylemesini, şimdi daha iyi anlar oldum, gencecik yaşında Mahir Çayan’ın hem teori hem de pratikte, bu kadim ve koca coğrafyanın ezberini bozması, artık daha da eskimeyen, taptaze bir gerçeklik. Harbiden böyle ince, böyle derin, böyle güzellikler içerisindeyken, ne ara buraya geldik?