Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm: Vicdan zorbalığa karşı

Levent Hekim

50 ülkede, dünyanın ciğerleri yanıyor, ormanlar ve canlılar yok oluyor. Yangınlar ekolojik krizin boyutlarını daha açık gösteriyor. Çölleşme, su kaynaklarının kuruması, türlerin yok olması ve iklim değişikliği gibi bütün görünümleriyle ortaya çıkıyor. Yangınlar gelecekte distopik canlı hayatın, insanlığın sonu kurgularının çok uzakta olmadığını, gelmekte olanın yanı başımızda olduğunun ilanı adeta.

Ekolojik kriz son 30 yılda daha da hızlandı. Uygulanan neoliberal politikalar; tüm alanların sınırsız sömürüye tabi kılındığı, sermayenin sınırsın dolaşımının önündeki engellerin ortadan kalktığı bugün ki konjonktürde ekolojik kriz daha da derinleşmiş durumda. Sermayenin sınırsız kâr ve büyüme eğilimi yaşam alanlarımızı, doğayı, nefes aldığımız havayı müşterek varlıklarımızı metalaştırarak bugün ki sermaye birikim rejiminin bir girdisine dönüştürdü. Şirketlerin ve devletlerin ekolojik olarak duyarsızlıkları bir istisna değil, sermayenin işleyişinin bu doğasıyla ilişkilidir. Kapitalizm sınırsız kâr ve bu bağlamada sınırsız meta üretimine dayanır. Ekolojik kriz ve iklim değişikliğinin asıl nedeni olarak kapitalist üretim ilişkileri öne çıkmaktadır. Özellikle emek ve doğanın sömürüsünün azamileştiği neoliberal çağda bu durum daha da geçerlidir.


Sermayenin çeşitli yeşil anlaşmalarla sınırlandırılabileceği ya da kapitalizmin ehlileştirilerek yeşil kapitalizmin mümkün olabileceği ve bu bağlamda ekolojik krizin geri döndürülebileceğine dair savlar ortaya atılıyor. Bu anlayışlar genellikle tüketime odaklanan ve bireysel tüketimlerin azaltılarak süreçten çıkışın mümkün olduğunu öğütleyen ve “sorumluluk hepimizin” söylemiyle insanları eşitleyen bir anlayışla, sermayenin sorumluluğunu mistikleştiren tutum geliştiriyor. Kapitalist üretim ilişkilerini sorunsallaştırmadan bu krizden çıkış mümkün görünmüyor. Kolektif, ihtiyaç merkezli üretim ve kolektif paylaşıma dayalı bir anlayış ancak yok olmadan önceki son çıkış olabilir. Küresel sermaye tüm canlı yaşamı yok etmeye, tüketmeye doğru gidiyor. Şairin dediği gibi “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm”

Ekolojik Felaket ve Tek Adam Rejiminin Krizi

Ülkemizde ise ekolojik krizin küresel boyutunun üstüne birde rejim krizi eklemiş durumda. Ülkemizin ormanları 10 gündür yanıyor ve siyasal iktidarın yangınlara müdahale edebilecek tedbir ve kapasiteye sahip olmadığı acı bir şekilde tecrübe ediliyor. Neredeyse ülkenin ormanlarının üçte birlik kısmı, içinde yaşayan canlılarla birlikte kül oldu. Yangın bölgelerinde ki birçok yerleşke de insanların evleri ve hayvanları kül oldu. Yangın bölgelerinde ki yurttaşların ve yerel yöneticilerin yangını söndürmek için havadan müdahale edilmeli, yardım çağrılarına karşılık verebilecek bir tek uçağın olmaması felaketi geri döndürülemez boyutlara taşıdı.

Tek adam rejiminin yangın karşısında ki beceriksizliği hem ekonomik hem de politik rejimin muhtevasına içkin. AKP 19 yıllık iktidarı boyunca kamu kurumlarının özelleştirilmesine, halkın doğal varlıklarının talanına, mülksüzleştirme ve el koyarak birikime dayanan ekonomi politikaları uyguladı. Ülkenin dereleri, dağları, ormanları yandaş enerji, maden şirketlerine ve müteahhitlere peşkeş çekildi. Özellikle oto yol, köprü tünel inşaat ihaleleri “beşli çeteye” verilirken, aynı zamanda devlet eliyle müşteri garanti edildi. Bu bağlamda devlet özel ortaklıklarında devlet tamamen dışlanarak, müşteriye dönüştürüldü. Tek adam rejimi kendi eliyle palazlandırdığı bu asalak sınıfın müteahhit kafasını temsil ediyor. Türk Hava Kurumu’nun içerisinin boşaltılarak yangın söndürecek tek uçağın bulunamaması bu politikaların çıktılarından biri. Yangın daha sürerken ülkenin ormanlarını ve kıyılarını yapılaşmaya açacak olan “Turizm Teşvik Yasası” Resmi Gazete’de yayınlandı. Öte yandan evini kaybeden yurttaşlara TOKİ kredi ile yeni evler yapılacağını söylüyor. Aslında TOKİ daha önceki uygulamalarıyla sabit, evi barkı yıkılanları borçlandırarak mülksüzleştirmeyi vaat ediyor. Antalya Gündoğmuş Belediye Başkanı’nın TOKİ’nin yaptığı evleri övmek için “Eski evleri olanlar keşke bizim de evimiz yansaydı diyecekler” ifadesi ve Tayip Erdoğan’ın “Yangın olur da ormanda canlılar yanmaz mı? Biz Bütün tedbirlerimizi aldık. Bütün bu canlıların sahiplerine bu canlılar kadar hemen ödemelerini yapacağız büyük başsa büyük baş, koyunsa koyun” ifadeleri ormanları ve canlıları önemsemek bir yana, onları metaya indirgeyen zorba anlayışın tezahürüdür.

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırılan, kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı, parlamentonun rafa kaldırıldığı, yetkilerin tek adamda toplandığı, devlet sisteminin tıkandığı ortada. Tek adam rejimi bütün kurumları dağıttı. Yetkilerin tek adamda toplanması ile karar alma ve eyleme süreçlerinin hızlanacağı iddia ediliyordu. En ufak kararlarda bile gözlerin Tayip Erdoğan’a çevrilmesi sorunların çığ gibi büyümesine ve hareket edilemez bir hantallığa neden oluyor. En ufak bir planlamaya, akla, sahip olamayan sistem yaraları sarmak yerine kaosa neden oluyor. Acılarını yaşayan insanların üzerine çay fırlatan bir Cumhurbaşkanı, ‘Uçaklar uçuyor ama siz görmüyorsunuz’ diyerek toplumun aklıyla dalga geçen Tarım Orman Bakanı, insanlar yangınla canla, başla mücadele ederken, elinde devletin tüm olanaklarını elinde bulundurmasına rağmen “Yangını elimle mi söndüreyim” diyen İçişleri Bakanı siyasal iktidarın nasıl bir akıl tutulması ve dağınıklık içinde olduğunu gözler önüne seriyor. Yaşanan krizden sıyrılmak için sorumluluğu CHP’li belediyelere yıkma girişimi ise her şeye muktedir tek adam rejiminin zaaflarını sorgular hale getiriyor.

Saray rejiminin yangın felaketinde açığa çıkan krizi, uzun zamandır baskı ve zorla yönetmeye çalışan iktidarın, yönetim kapasitesini tamamen kaybettiğini daha açık gösterdi. İktidarın ideolojik aygıtı görevi gören yandaş medyanın felaketi yönetme beceriksizliğini saklamak için yaptığı ideolojik mistifikasyonu işe yaramadı. Yaramadığı yerde RTÜK yangın paylaşımı yapan kanallara baskı uygulayarak gerçekleri saklamaya çalışıyor. Ne kadar saklanmaya çalışılsa da kör gözün bile gördüğü, saklanamayacak bir gerçeklik hayatın içerisinde kendisini ele veriyor. Devlet tarafından yalnız bırakılan yurttaşlar, toprağına, ormanına, yaşam alanlarına, hayvanlarına sahip çıkmak için hep birlikte yangınla mücadele ediyor. Ülkenin her yerinde yangın bölgeleri için dayanışma ağaları örgütleniyor. Kendi göbeğini, kendisi kesmeye çalışan geniş kesimlere Saray rejiminin sunabileceği bir alternatif görülmüyor. Milas’ta gönüllü yurttaşların oluşturduğu afet koordinasyon merkezine saldıran AKP Gençlik Kolları tek adam rejiminin ne vaat ettiğini gösteriyor. Rıza üretmeyen siyasal iktidar zorbalıktan başka bir şey vaat edemiyor.

İtiraz ve başkaldırı

Yazıyı son bir anekdotla bitirelim. Stefan Zweig “Vicdan Zorbalığa Karşı” kitabında, Calvin’in otoriter yönelimine karşı Castellıo’nun itirazını anlatır. Anlatı 16’ncı yüzyılda cereyan etmesine rağmen yaşadığımız çağa ışık tuttuğu söylenebilir. Anakronizme düşmeden bir değerlendirme yapmak gerekirse; tarihsel olarak her çağda hüküm sürmüş otoriter öznelerin benzer davranışlar sergilediği gözlemlenmektedir. Örneğin Calvin›in kendi öğretisi dışında başka tüm fikirlere karşı uyguladığı terör, her şeyi kendisinin bildiğine dair iddia, farklı olanı sapkınlıkla suçlama ve farklı fikirleri eline geçirdiği iktidar gücüyle sindirme.

Yine kitapta özellikle disipline bölümünde tüm yaşam alanlarının zapturapt altına alındığı, insanların tüm davranışlarının kilise polisi tarafından izlenerek kontrol edildiği ve bu sayede toplumda yaratılan suçluluk duygusuyla; toplumun kendi içerisinden iktidara yaranmak için ajanların açığa çıktığı bir sosyal yapı betimlenmektedir. Ancak Calvin’in örgütlü kötülüğünün, zorbalığının karşısına Castellıo dikilir. Castellıo zorbalığın karşısında vicdanı temsil eder. Kısacası tarihin her döneminde örgütlü kötülük benzer özellikler gösterdiği gibi, onun karşısında insanlık adına vicdanı yüksek sesle haykıranlar da ortak olanın diğer yüzüdür.

Kıssadan bir hisse çıkarmak gerekirse bugün ülkede yaşananlarla, kitapta betimlenen kötülüğün ortak özellikler barındırdığı görülmektedir. Diğer ortaklık ise zorbalığa karşı vicdanın itirazı ve başkaldırısıdır. O zaman denilebilir ki, bugünün Castellıo’ları; ormanları ve tüm hayatı metalaştıran, ormanların yanmasını fırsat bilen zorbalığın karşında, toprağına, ormanlarına, sahip çıkan, hayvanları kurtarmak için ateşe atlayan vicdan ve dayanışma ağlarıyla birbirine bağlanan kesimlerdir.