Ele aldığı konu ne kadar dramatik olursa olsun, Trevor bunu korkusuzca ama sükûnetini asla bozmadan anlatıyor. Hemen her öyküde, onun hafifçe kısık ve alçak gönüllü sesini duyar gibi oluyoruz. Dünyayı ve insanları yargılamaktan çok anlamaya çalışan birinin ince bir kavrayışla dolu sesi bu.

Yağmurdan sonra


Soğuk bir yaz oluyor. Ağustos ayının çoğu yağmurlu günlerle geçti gitti. Havada sonbahar kokusu var. Rüzgar sertleşince, balkon duvarına asılı ıvır zıvır büyük bir şangırtıyla yere iniyor. Onları toplamaya gittiğimde, bulutların gökyüzünde hızla akıp gittiğini görüyorum.

Böyle zamanlarda okumaktan başka çare yok. Ben de öyle yapıyorum. Bu yaz elime bolca öykü kitabı geçti. Tobias Wolff’un “Karda Avcılar”ını, Claire Keegan’ın harika öykülerinin toplandığı “Mavi Tarlalardan Yürü”yü ve Kerem Aslan’ın İletişim’den çıkan ilk kitabı “Her Şey Dahil”i okudum. Hepsi çok iyiydi. Fakat bu yazın öykü kulvarındaki en büyük sürprizi, geçtiğimiz Mayıs ayında Püren Özgören tarafından Türkçeye de aktarılan ve Yüz Kitap tarafından basılan “Yağmurdan Sonra” oldu.

İrlandalı romancı, oyun yazarı ve öykücü William Trevor’un uzun kariyerinin son etabına rast gelen “Yağmurdan Sonra” (1996), yazarın olgunluk döneminin bütün parıltısını taşıyor. Üstü örtülü ama zengin anlamlar barındıran bir anlatım, ilk bakışta sıradan kişiler gibi görünseler de her biri incelikli bir şekilde çizilmiş karakterler ve onların gündelik hayatlarının ayrıntılarına sinmiş hayal kırıklıkları, pişmanlıklar, endişeler. Karakterlerin çoğu bir dönüşümün eşiğindeyken resmedilmiş. Biten evlilikler ya da aşklar, şekil değiştiren ilişkiler, çocukluktan yetişkinliğe ya da gençlikten yaşlılığa geçiş, bu kitapta karşımıza çıkan konulardan yalnızca birkaçı. Ele aldığı konu ne kadar dramatik olursa olsun, Trevor bunu korkusuzca ama sükûnetini asla bozmadan anlatıyor. Hemen her öyküde, onun hafifçe kısık ve alçak gönüllü sesini duyar gibi oluyoruz. Dünyayı ve insanları yargılamaktan çok anlamaya çalışan birinin ince bir kavrayışla dolu sesi bu.

Modern edebiyatın ustalarından çok sonra yazmaya başlamış olsa da, Trevor’un öykülerini bu edebi geleneğin en güzel örnekleri arasında saymak gerekir. Kitaba adını veren hikâye de bunlardan biri. Melankolik bir atmosfer öyküsü olan “Yağmurdan Sonra” bir kaybın ve yenilginin hikâyesini anlatıyor. Otuz yaşlarındaki Harriet, beklenmedik bir şekilde sevgilisinden ayrılınca yaz için yaptığı tatil planları alt üst olmuştur. Sevgilisinin onu aldattığını ve zalimce terk ettiğini öykünün gidişatı içinde öğreniriz. Genç kadın, sevgilisiyle birlikte gitmeyi umduğu güneşli Yunan adası yerine, çocukluğunda ailesiyle tatil yaptığı İtalyan kasabasına sığınır ve eskiden kaldıkları pansiyona yerleşir. Öykü boyunca onu pansiyonun köhne lokantasında tek başına yemek yerken ve sokaklarda amaçsızca dolaşırken görürüz. Bu faaliyetler arada bir kısa konuşmalarla bölünse de, öykünün neredeyse tümü Harriet’in zihninden geçenlere ayrılmıştır. Bir keresinde lokantada masasına gelen yaşlı ve yalnız bir adamla konuşur mesela. Adamın konuşmak konusundaki iştahı ona itici gelince, bu konuşma vakitsizce kesilir. Harriet insanlarla bağ kuramadığı gibi, elindeki kitaba da odaklanamaz: Trollope’un “Allington’daki Küçük Ev”ini okurken romanda geçen bir Sevgililer Günü sahnesini yadırgar ve kitabı kapatır. Ona iyi gelen tek şey yürümektir. Onun için şehri arşınlamaya devam eder. Bir yandan da, artık boşanmış olan anne babasıyla geçirdiği tatilleri ve kendi ilişkisinin neden bittiğini düşünür. Biz de onunla birlikte düşünürüz. İlişkiler neden yürümez? Aşk neden kısa sürer? Ve hatırlamak neden bu kadar uzundur?

Bu yürüyüşlerden birinde, Harriet yağmurdan kaçmaya çalışırken kasabanın küçük kilisesine sığınır. Santa Fabiola adlı bu kilisede kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen bir tablo ile karşılaşır. Cebrail’in Meryem’e görünerek İsa’nın tekrar dirileceğini haber verişini gösteren bir “Anunciation” (Tebliğ) tablosudur bu. Meleğin Meryem’in önünde zarifçe diz çöküşünde, Meryem’in şaşkınlıkla öne doğru uzattığı sağ elinde, arka planda görünen dağlarda ve bulutların arasından görünen mavi gökyüzünde genç kadına büyüleyici gelen bir dinginlik hali vardır. Bu ikisi arasında kelimelere gerek yok, diye düşünür, söylenecek her şey çoktan söylenmiş, mesaj yerine ulaşmış.

Harriet kiliseden ayrılırken yağmurun dinmiş olduğunu fark eder. Derken kendi yaşantısına dair beklenmedik ve kuvvetli bir kavrayış ile sarsılır: “Aşka olan inancımı ilişkilerle tazelemeye çalışmak, fazla kolaycı ve sahtekârca: Bu düşünce birden aklında beliriverdi. O da ilişkilerine ihanet etmişti: bu da nereden geldiği bilinmeden çıkıp geldi.” Bu aydınlanma anının sarsıntısına dayanamayınca gidip bir yere oturur Harriet. Kendisine dair o ana kadar fark etmediği bir gerçekle karşı karşıya gelmiştir: Bir kurban değildir, o da herkes gibi zalimdir. İlişkilerini bencilliğine feda etmiş ve kendi kendisinin kurbanı olmuştur: “Şimdi bunu büyük bir açıklıkla görüyordu ve neden daha önce değil de şu anda gördüğünü merak ediyordu.”

Yağmurdan sonra sokak taşlarının pırıl pırıl renklerini seyrederken, bunun bu aydınlanma anının neden şimdi geldiğini anlar gibi olur, Harriet. “Tabloda da yağmur vardı,” diye düşünür dalgın bir şekilde, “Meleğin getirdiği büyük haber yağmurdan sonra gelmiş olmalı.”

Trevor öyküyü burada bitirecek zannederiz. Ama bunu yapmak yerine, bizi bir kez daha Harriet’in günlük alışkanlıklarının içine geri götürür. Genç kadınla birlikte bir kez daha yürür, bir kez daha pansiyonun lokantasında yemek yeriz. Onun garsonla çat pat İtalyanca konuşmasını dinler, gürültücü turistleri seyretmesini izleriz. Bütün bunların bir sebebi vardır. Aynı yere dönmüş olsa da, Harriet artık aynı insan değildir. Onun gözlerinden gördüğümüz dünya da artık aynı değildir. Trevor’un çok tasarruflu ama şiirle dolu dili, öykünün sonunda artık Harriet için artık her şeyin farklı olacağını bize hissettirir:

“Santa Fabiola’daki temizlikçinin paspası yere sürterken çıkardığı hışırtılı sesi duydu, turistlerin fısıltılarını işitti. Dua eden kadınların parmakları tespih tanelerinin üzerinde geziniyor, mumların alevleri titriyordu. Santa Fabiola hikâyesi, bir zamanlar hayatının bir parçası olan insanların gölgesine, kokusuz bir ölüm gibi kokan o aile mezarlığına, karışıp yok oldu. Yağmurdan sonra bunaltıcı hava açmış tatlılaşmıştı, demek melek de böyle gizemli bir şekilde beliriyordu.”

Not: Kitabın çevirisi elimde olmadığı için, yazıdaki alıntıları biraz da acemice aktarmak zorunda kaldım. Püren Özgören’in zengin Türkçesinden okumak elbette çok daha büyük bir keyif olacaktır.