Bir yerde sansür ve oto-sansür meselesini incelerken, öncelikle o yerin normal üretim koşullarını ve entelektüel geleneğini inceleyin.

Bir yerde sansür ve oto-sansür meselesini incelerken, öncelikle o yerin normal üretim koşullarını ve entelektüel geleneğini inceleyin. Bu birinci kuraldır. Bu nedenle birkaç hafta Türkiye’de sinema yazını, tarihçiliği ve eleştiriyi sansür ve oto-sansür açısından inceleyecek olduğumuz için, Türkiye’de genel olarak sinema eleştirisinin maddi üretim koşullarını inceleyerek başlayalım.
Öncelikle Türkiye’de genel olarak eleştiri, bir fikir tartışması mecrası olarak kabul edilmez. Eleştiri büyük oranda tenkit kabul edilir. Aynı zamanda zıttı da geçerlidir. Eleştiri eğer ağır tenkit değilse, aşırı övgü sarmalında yer alır. Genel olarak yazar ister tenkit yapsın isterse övgü, eleştiriye uğrar. Eğer filmi yeriyorsa, haksızdır, eğer filmi övüyorsa, yağcıdır. Yani eleştirinin de karşıt eleştirisi okurların ve özellikle sektörün nezdinde hazırdır. Tam da buradan devam etmek gerekir: Aslında Türkiye’de eleştiriyi okuyanlar sen ben bizim oğlandır: Bu nedenle hiçbir ülkede olmadığı denli, eleştiri bizde sektörün bir parçasıdır. Denilebilir ki sanki okur aradan çekilmiş, sinema camiası kendi kozlarını paylaşıyordur. Eleştirmenin imzası çoğunlukla değersizdir ve eleştirmen bir aydın olarak kabul edilmez. Eleştirinin etkisi ise çoğu durumlarda çok sınırlıdır. Bu haline rağmen, eleştiri genellikle etkisizliğiyle ölçülemez düzeyde, eleştiri konusu olur, sert tartışmaların, atışmaların konusu olur. Gerçek şudur ki Türkiye’de eleştiri pastası çok küçüktür, bu nedenle kavga kıyamet de daha fazladır.
Bir başka genel özellik daha vardır: Bizde hakikaten eleştirmenler gerçek bir fikir insanı değillerdir, bu nedenle kariyeri boyunca tutarlı kalmış ya da anlamlı bir evrim geçirerek gerçek bir entelektüel kimliği doğru yönelmiş insan yok denecek gibidir. Hatta eleştiri de daha uzun yıllar kalmak, bir anlamda kaşarlanmak demektir. Nasıl sanatçılarımız arasında, zaman içinde gerilemeler, sektöre boyun eğmeler oluyorsa, aslında kendini güçsüz hisseden eleştirmen de dönemsel dengelere çoğunlukla boyun eğer, adam ya da film kayırır, ya da abes düşmanlar bulur kendine.
Güçsüzlük, genel olarak tutarsızlık ve daha kısa erimli, ahlaki olmayan ittifaklar ya da karşıt kamplar kurulmasının en büyük gerekçesidir. Atatürk “fikri hür, vicdanı hür nesiller”den söz eder, ama gerçek şu ki özellikle bizim eleştirimizde, kalemi tutan el bağımsız değildir, kalem önsel olarak ve çoğunlukla dengelere bağlı olarak bir yana eğilir.
Bu nedenle vicdanın sesinden bir yandan uzaktır, öte yandan ise gerçeklik ilkesi gereğince zaten çoğu kere vicdanın ve analitik aklın sesinden uzaktır.
Yeni Türkiye Sinemasının daha doğuş yılları, yani 1994–2000 arasında yazılanları incelendiğinde, yenilik yapan sinemamızın ne kadar nahoş karşılandığı açıkça görülür. Elbette bütün diğer alanlarda olduğu gibi, epistemolojik kopuş yaşandığı dönemler saldırının en şiddetli olduğu dönemlerdir. Unutmayalım modern resim sanatında bir dönüm noktası olan Empresyonizm öncelikli olarak Fransız Akademisinin “reddettiklerinden yapılan bir seçkide ilk toplu sergisini” açmıştı, çünkü özellikle resim alanında klasikten kopuş ve modern temalara yönelme ileri düzeyde sergileniyordu. Aynı şekilde, Yeni Türkiye Sineması izleyici üzerindeki tesirini ve inandırıcılığını en ileri düzeyde yaşayarak, hayatla tümden bağlarını koparmış bir cam fanus içinde üretilen Yeşilçam’dan radikal olarak koptuğu için, söylemi de tümden farklı oldu. Etkisi de, temaları da, insan anlayışı da: Bu nedenle bu filmlerin çözümlenmesi ve bu filmlerin karakterleriyle seyircilerin etkileşimleri de neredeyse tümden yeniden yapılandı. Bu köklü değişimi anlayamayan gerek sektörden gerekse basından insanların köklü eleştirisi, hatta saldırısının nedeni tam da bu epistemolojik kopuştur.
Bir başka yapısal zaaf ise şundan kaynaklanmaktadır: Türkiye’de eleştiri kurumunun maddi olarak pastasının küçük olmasının yanında, eleştirinin fikir pastası da genellikle çok küçüktür, eleştirimizi asıl sınırlayan ve etkisizleştiren en önemli nedenlerden birisi eleştirinin fikir adamının elinden çıkmamış olmasıdır. Hal böyle olunca, taşı gediğine koymak çabası eleştirinin bir tür en karakteristik özelliği haline gelmektedir. Deyim yerindeyse Türkiye’de eleştiri, ele aldığı nesnesinin yani sinema sanatının/endüstrisinin/anlatım biçiminin mahiyetiyle uyumsuz bir performans göstermektedir. Yani Yeşilçam’da görülen yabancılaşma eleştiri de günümüzde de yaşanmaktadır: Seslendiği ve ele aldığı toplumla organik bağları olmayan Yeşilçam, aslında o toplumun hakikatini anlatmıyordu. Yani Ayhan Işık’ından Göksel Arsoy’una Yeşilçam’ın starları halkın kendisi gibi olanlardan değil, ötekilere (Avrupa ve Amerikalılara) benzedikleri oranda star adayı oluyorlardı. Bu denklem ne yazık ki çoğu azgelişmiş toplum için de geçerlidir. Bu anlamda Türkiye’de eleştiri kurumu büyük oranda benzeri bir yabancılaşma yaşayarak, içinde yaşadığı toplumun ve sinema sektörünün gerçekliğinden kopuk olarak “aşırı şahsi, hatta dayanaksız bir düzlemden” yükselerek tenkit yapmaktadır. Bu eleştiride genel hatlarıyla en büyük kopukluğun farklı bir yerde ve farklı bağlamda Nuri Bilge mükemmel özetlemiştir:
“Hayatın gerçekliğinden kopmuş, sadece filmlerde olabilecek bir gerçekliğe kaymış gibiydik”. Eleştiri de ülkemizde hayatın, toplumun ve sinema sanatının gerçekliğinden kopmuş, bunun yerine sanal bir gerçeklik ve sanatsal temsil düzlemi tanımlayarak nesnel kriterlerini ve analitik yapısını kaybetmiştir. Fikir pastasının olabildiğince dar olan yerin, en temel karakteristiği Doğu/Batı hiç fark etmez, fikir hırsızlığıdır. Gerçekten neyin kıtlığı varsa onun hırsızlığı da, karaborsası da, muhabbeti de o kadar bol olur. Ben buna “kıtlık paradoksu” diyorum. Bir şey ne kadar yoksa maddi eksikliği ölçüsünde sanal düzlemde o kadar çok söze dökülür. Bu edim kişilerle sınırlı değil, bir toplumsal histeri anlamına gelir.
Türkiye’de eleştiri de fikir boyutunun eksikliği, entelektüel bir geleneğin güçsüzlüğü ölçüsünde “serbest atış da, serbest çalış da ya da çalmanın olağanlaşması hatta normalleşmesi de (kimi durumlarda daha ünlünün çalmasının zorbalığa da dönüşmesi de)” artar, genelleşir, hatta işin doğası gereği olduğu düşünülür. Yani yazar erdemi ve ahlakı dipsiz bir kuyuda çürümeye terk edilir.