Erdoğan ve AKP karşısında konumlanan muhalefet blokunun kırılganlığı hepimize sık sık “nereye kadar” sorusunu sorduruyor. Belli aralıklarla ve genellikle de AKP tarafından siyasetin iki hassas fay hattı yoklanıyor; ya Türk-Kürt ya da Laik-Dinci ayrışması üzerinden bir sarsıntı yaratılıyor. Her sallantıda görüyoruz ki AKP karşısında muhalefeti “birlikte tutmak” çok kolay değil!

AKP iktidarının her alanda döküldüğü bir dönemde AKP’nin çöküş olasılığından çok muhalefet cephesinin dağılma ihtimalini tartışıyor olmak ilginç değil mi? Bu durumun çoklu nedenleri var. Dahası her kesimin nedenlerinin de kendine göre değerlendirilmesi gerekiyor. Burada büyük ölçüde anaakım sol için geçerli olan ve tarihsel olarak adım adım onu iktidarsızlığa taşıyan temel bir nedene değinmekle yetineceğim.

Kapitalizm düzeninin tarihsel olarak iki noktadan eleştirisi yapılır. Birinci eleştiri kapitalizmin yol açtığı sömürü, eşitsizlikler ve dışlanmayı hedefler. İkinci eleştiri ise kapitalizmin bireyin özerkliğini ve yaratıcığını ortadan kaldıran ve yabancılaşmasıyla sonuçlanan etkilerine yönelir. Birinci eleştiri son dönemde bölüşüm siyaseti olarak karşımıza çıkarken, ikinci eleştiri biçimi demokrasi ve kimlik siyasetinin zemini haline gelmiştir.

Eleştirel toplum bilimciler Batı’da solun yenilgisi ve neoliberalizmin yükselişini büyük ölçüde bu iki eleştiri biçiminin 1968 sonrasında birbirinden kopmasıyla açıklıyorlar. Kanımca Türkiye açısından bu ayrışma için verilebilecek tarih 1980’dir.

12 Eylül’ün baskıcı düzeninin hedefi haline gelen solun hemen her kesiminde farklı dozajlarda da olsa özgürlük ve demokrasi eleştirisinin öne çıktığını ve bunun sonrasında da devam ettiğini biliyoruz. Bu yönelim belli ölçülerde anlaşılır olsa da 1980’e damgasını vuran ve neoliberalizmin önünü açan bir başka olayın, 24 Ocak Kararları’nın eleştiri ve mücadele alanı olarak ikincilleştirilmesini ve iki eleştiri alanının birbirinden koparılmasını haklı çıkarmaz!

Sol açısından sorun sadece bu ilişkinin kopması değildir. Daha ötesi giderek artan biçimde siyasetin önceliği demokrasi-kimlik siyaseti mantığıyla tanımlanmaya başlamıştır. 1989 Yerel Seçimleri sonrası yerel yönetimlerde yaşanan başarısızlığın da, evet ama yetmezciliğin de, yakın dönemde izlenen siyasi stratejinin de belirleyici öğesi demokrasi eleştirisidir.

Durumu bugün geldiğimiz nokta üzerinden değerlendirelim; Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik yıkımlarından birini yaşıyor. Pandeminin de etkisiyle işsizlik derin yoksulluğa, derin yoksulluk açlığa dönüşüyor. Başta CHP olmak üzere muhalefetin koyduğu teşhise bakalım; ekonomik çöküşün temel nedeni bütün yetkilerin tek elde toplanmasına neden olan Cumhurbaşkanlığı sistemi olarak tanımlanıyor. Ekonomideki kötüye gidişin tek adam rejimine geçişten sonra nasıl hızlandığını gösteren veriler sunuluyor.

Tek adam rejiminin bu gidişte ciddi payı bulunduğu açık. Ancak teşhis, paydan daha fazlası diyor! Bu tür bir akıl yürütme ve siyaset yapış biçimine iki temel noktadan itiraz edilebilir. Tek adamın tekleyen bir ekonomiyi yarattığı görüşü karşısında, neoliberal denilen piyasa despotluğunun tek adamı yarattığına ikna olmak için daha iyi nedenlerimiz var. İşte orada Trump ve Macron gibi örnekler ek deliler olarak duruyor.

Bu yapısal itirazın yanına konjonktürel bir itiraz daha koyalım. Demokrasi ve özgürlükler üzerinden siyaset, düzenin bu derece baskıcı hale geldiği bir durumda kolay sonuç alınan bir yol görünse de, sanılanın tersine AKP’den çok muhalefetin yoluna engeller çıkarıyor. Siyaseti salt demokrasi-özgürlükler alanı üzerinden kurmak kaçınılmaz olarak kimlik siyasetini, kimlik siyaseti de toplumsal alandaki bölünmüşlükleri çağırıyor. Bu fay hatları ise en başta belirttiğimiz gibi muhalefeti bölüp, paralize ediyor. Oysa toplumsal alanda bölünmüşlük resmi veren kesimlerin ortak bir paydası var. Bugün işsizlik, sömürü, dışlanma Türk, Kürt, laik, dini bütün halk kesimlerinin ortak sorunu!

Ama o eleştirel hat o kadar uzun süredir kapanmış ve yatkınlıklar o derece demokrasi-kimlik siyaseti etrafında kurulmuş durumda ki, bu iki eleştiriyi birleştiren bir sentez arayışı tartışmaya bile açılamıyor. Öyle olunca da kaygı içinde bekliyoruz; muhalefet dağılır mı, Kürtler artık “oy vermiyoruz” der mi diye!

Galiba yatkınlıklarla yapılan siyasetin krizleri çözemeyeceğini görmenin zamanı çoktan geldi!