Bu kadar da ölünmez!

Aragon’un şiirinden daha önce de söz etmiştim. “…Belanın yakıp yıktığı bir ülkede yazıyorum/ Bir acı ve kan yığınından başak ne ki/ Kana bulanmış bir ülkede yazıyorum…/ Şair II. Dünya Savaşı sırasında Nazi faşizmi altındaki ülkesini böyle anlatıyordu. Şiir hayatın önüne geçer. Hayatta olanları yazarken, bütün olabilecekleri, olasılıkları da öngörür. İnsanı ve dünyanın hallerini, dünyadaki zulmü çözen şair, dizeleriyle bu çözümü herkesin kılar.
Bazen hayat şiiri ezer geçer. Sorun ne şiirde, ne de şairdedir. Şairin ufku ne denli geniş, düş gücü ne denli sınırsız olursa olsun. Dağarcığındaki sözler, imgeler ne denli zengin olursa olsun... İş gelir dayanır şair olan insana. O insanın sınırında söz biter. Şair olsa ne yazar! Suruç’ta Ankara’da, Şırnak’ta sürüklenende, Varto’da öldürülüp çırılçıplak sokağa atılan kadın gerillada ve Silvan’da söz biter.

Bu vahşet karşısında Aragon olsan ne yazar. Nazım olsan ne! Şairin sınırını faşizmin zulmü aşıyorsa, sorun şairde değil, faşizmdedir. İnsana bu denli ağır bir insanlık dışı hali tahayyül edememek, zayıflıktan değil insanlıktandır.

Bu koşullarda, insanlığımızla, zayıflığımızla övünecek halimiz yok. Çünkü ölülerimiz var. Hiç bir şiire gömülemeyecek kadar gerçek, acılı. Ve zulmü ve yalanı harman eden bir iktidarın ateşinde ölenler. İnsanlar ölmeden yazılmalı şiirler. İnsanlar öldürülmesin diye yazılmalı.

Son zamanlarımız aynı sözü kendimize yinelemekle geçiyor; bu kadar da olmaz, dedikçe, oluyor. Sonra daha fazlası. Daha da fazlası. Yine artık sınıra gelindiği yanılsamasıyla, artık bu kadarda olmaz derken, yine oluyor.

Bu kadar da ölünmez, demeye döndü dilimiz. Bu kadar da ölüyoruz.

Yoksulların verdiği oylarla iktidarı ele geçirenler, çıkardıkları savaşla yoksul insanlara ölüm veriyor karşılık olarak.

Savaşı bir mal gibi sürdüler piyasaya. Adına savaş demeden. İç savaş dersen, tutuklanırsın. Böylesine bir sıkı kontrollü savaş bu. Seçim sonucu değerlendirmelerinde seçmen için “güvenlik duygusu” vurgusu yapıldı. “Seçmen satın aldı, proje sattı” gibi piyasa terimleri kullanılıyor. Öyle ki satmanın, satılmaya konu edilenin müşteri tarafından alınmasının “değeri-sonucu” tartışılmaz ve mutlak “kazanç” olarak sunuluyor. Bu söylendiği anda sanki geriye söylenecek sözün kalmayacağı bekleniyor. Satılan şey ve satma işi mutlak doğru ve başarılı. Oysa satılan “malı” tartışmak kimsenin aklına gelmiyor. Satılan ve alıcının oyla ve sonra ölümle bedelini ödediği varsayılan o mal savaş!

Satılan kan ve halkların arasına sokulmak istenen bir kan düşmanlığı. Askeri terminolojisi ne olursa olsun; bu bir savaş. İki taraf var ve karşılıklı ateş ediliyor. Buna savaş denir. Yoksa savaşı kutsayıp, yaşasın ölülerin kardeşliği mi demeliyiz? Ölenlerimiz, kalanlara dayanılmaz dramlar bırakıp gidiyor. Silvan’da, Cizre’de, Hakkari’de ve ülkenin her yerinde... Ölenler, kimlikleri ve adları ne olursa olsun, artık birbirlerine asla zarar veremeyecek bir sonsuzlukta. “Yaşasın halkların kardeşliği!” sözünü unutturmak isteyenlere inat, asla “Yaşasın ölülerin kardeşliği!” demeyeceğiz. Çünkü araya sokulan düşmanlık ve iç savaş tehlikesi, iktidarın bile isteyerek hedeflediği bir sonuç. Asla demeyeceğiz yaşasın ölümlerin kardeşliği… Aragon bağışla bizi, bu ölümler aştı senin şiirini!

Haftaya dize; “birini gördüm cenaze için elbise bakıyordu” (İrfan Yıldız , dalgalar uzun olacak, yasakmeyve)