Yazmak körleşmekle mümkün. Yazı, görmemenin, bakmamanın çocuğudur. Bilinenin, görülenin, kanıksanmış ve öğrenilmiş olanın ürünü yazı değil karalamadır. Yazı karalama olmaktan kurtulmak için, bilinmeyen, görülmeyen, gösterilmeyen ve öğretilmeyen alana ait olmak zorundadır.

İyi gören kişi yazamaz. Çünkü iyi görmek aynı zamanda bir nesnenin ya da olgunun dışındakileri görmemeyi içerir ki yüksek ışığın körlüğü başka hiçbir körlüğe benzemez. İyi gördüğünü sanan gibi, çok bilen de yazamaz. Çünkü bilginin tiranlığı kadar hükmedici başka bir şey yoktur. Tedrisattan geçen ama hikmeti atlayan kişi yazamaz. Çünkü insan bildiğinin hemen yanına kendisini koymadıkça yazdıkları asla bir değer kazanmaz. Salt bilgi çukurdur, leştir. Oradan yazı değil ancak garabet çıkacaktır.

Görmemeyi öğrenmek; gördüklerinden, öğrendiklerinden başka bir dünyanın varlığına hükmetmek ve bilinen dünyadan vazgeçmek demektir yazmak. Kelimelerin ve cümlelerin arasında gezinirken el yordamıyla yol almak; kelimeleri okuyarak değil, dokunarak ve koklayarak anlamak demektir. Her kelimenin her karşılaşmada seni yeniden ve başka türlü şekillendirmesine izin vermektir yazmak...

Her kelimenin bir kırılganlığı vardır. Her kelimenin ayrı bir dokusu. Ve kelimeler, onlara dokunan ele göre kırılır, şekil alır, sever, tutkulanır, zehrini bırakır. Yazmak aşkla zehri, ilaçla nefreti bir kılmaktır. Yazan için her kelime bir savaş alanıdır.

En sevmediğim sözdür “söz uçar yazı kalır.” Oysa yazı, son noktası konulduğu anda buharlaşıp uçacaktır. O artık yazıldığı gibi kalamayacak, türlü türlü anlamlarla, her türden okumayla dönüşüp değişecektir. Her okuyana göre şekil alacak, her okuyan onu ayrı bir yere koyacaktır. O artık yazanın “yazdığı” şey değildir. Uçup gitmiştir. Oysa söz söyleyenle işaretlenmiş, bütün vurguları, sesi ve mimikleriyle anlamı sabit kılınmıştır.

Ve hayat, yazının ve yazılanın yanında yalnızca ufak bir ayrıntıdır -ki çoğu zaman mide bulandırıcıdır-.

İki kişinin birbirlerini gerçekten sevebileceğini sanması kadar yanıltıcıdır yazmak. Çünkü tıpkı cinsel ilişki gibi sevmek de yoktur. İkisi de tek kişilik sanrılardır. Yazmak yalnızca “ben”dir. Yazı ise ötekidir. Yazı, yazanın elinde yazanın, okurun elinde okurun adıdır.

Yazının konusu, yazılamayan ne varsa odur. Ve yazılamayan yazıldığı andan itibaren artık sabitlenmiş ve görünür kılınmıştır. Yazının gerçek gücü budur.

Yazmak anadili parçalayabilmekse yazmaktır. Parçalanmayan, yırtılmayan bir şeyler kaldıysa geride, onun adı yazmak değil yalnızca karalamaktır.