Sinemada kadın deyince, çoğu insanın aklına aşk geliyor. Aşkında karşılığı çok sevdiği, tutkuyla bağlandığı bir erkek üzerinden ifade

Sinemada kadın deyince, çoğu insanın aklına aşk geliyor. Aşkında karşılığı çok sevdiği, tutkuyla bağlandığı bir erkek üzerinden ifade ediliyor. Oysa yaşam aşktan daha belirleyici ve daha süreğen ve daha zorlayıcı bir sürü durumu insana dayatıyor. Bu açıdan, sinemamızda kadınların anlatılması deyince, tutkulu bir aşk değil, bir insan olarak kadının resmedilişinin anlaşılması gerekir.
Yaşam içinde olağan bir akış tablosunda, eğitim, yaşamını idame ettirmek için çalışmak, belirli fikirlerin, ideolojilerin, dünya görüşlerinin savunucusu olarak kadın kimliklerine yaklaşmak daha karakteristik ve daha belirleyicidir.
Bu açıdan, Yeşilçam içinde genel olarak kadın kimlikleri, ölünceye kadar bekleyen sadık âşık kadın ile nizamın sürdürücüsü olarak kendini çocuklarına vakfetmiş ve geleneksel değerlerin yaşatıcısı olarak kadın kimliğinden, yeni sinemada belirli anlamlarda hayatın “çirkin yüzü”ne daha açık, bu süreçte kendince rolünü oynayan ve kendi bedeniyle daha barışık bir kadın temsiline geçilmiştir.
Ancak kadının bu şekilde sunuluşu, kadını bir özneye dönüştürmemiş, daha çok kirli toplumsal ilişkilerin “silik ve yenik” aktif bir üyesine dönüştürmüştür. Bunun temelinde ise asıl belirleyici olan “yeni sinemanın” resmettiği topluma umutsuz ve ahlaksız bir ilişkiler girdabına oturtmuş olması yatar. Eğer kadın temsillerinin yanı sıra, erkek temsillerine de bakıldığında, yeni sinemanın en karakteristik öğesi: 1) idealleriyle birlikte yenilmiş ve uzlaşmış, 2) toplumsal yaşamda genellikle uç noktada bir yerde hayata eklemlenmiş ilişkilerin merkeze oturtulduğunu görmekteyiz.
Bunu mizah filmleri aracılığıyla çok daha açık anlatabiliriz. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği Neşeli Hayat filmine baktığımızda, erkek karakterin büyük oranda 1970’li yıllardaki Münir Özkul ve Şener Şen’in canlandırdığı karakterler üzerinden, yeni sinemanın itinayla Nadia Comanechi’nin adını kullanarak jilet satan, hiçbir meslekte tutunamamış Şen’in canlandırdığı karakterleri anlattığını görebiliriz. Münir Özkul’un canlandırdığı, yıllarca aynı işyerinde çalışmış, işinin ehli olan, işyerinde ve evinde saygın bir kişilik, dürüst karakter olarak patronla ya da düzenbazla çatışan, çatıştığı yerde “ideal ahlak” adına sözünü esirgemeyen karakter filmlerimizden yeni dönemde yok olmuştur. Bunun yerine ne bulursa onu yapan, güvenilirliği sınırlı, yapabilecekleri az, hengâmenin içinde kaybolan insan tipi öne çıkmıştır. İlişkinin ekseni tutunma üzerinden tanımlanmıştır.
Genel olarak tutunamayanlar sürecinde, Yeşilçam döneminde kadınlar “vamp ya da femme fatale” olarak resmedilirken, bir yuva yıkıcı olarak sınırlandırılmıştı. Oysa yeni sinemada, zaten yıkılacak bir yuva da kalmamıştır. Ve bu tür kadınlar yerine, hayatın korkunç anarşisi içinde, kendi bildiğini okumak için “sürüklenen ve kafasındaki ideali yaşamak için direnen” bir kadın modeline geçilmiştir. Bu sürecin doğrudan uzantısı “yuvanın kutsallığı”nın reddidir. Ama kadın tümüyle kendi ideallerinin, dünya görüşünün peşinde de değildir; bunun yerine toplumla birlikte sürüklenmekte, hatta erkek âlemlerinde kendince bir yer kapma yarışına girmektedir.
Denklemin “özgürlüğün tanımı ve toplumla ilişkilerde insanın kendini gerçekleştirme süreci”nde tanımlanabileceğine inanıyorum. Özgürlük aranışı ve kendini gerçekleştirme çabası tümden silinince, geriye insan posaları kalmaktadır. Sürecin doğrudan uzantısı yeni sinemanın ısrarlı ve neredeyse tutarlı bir biçimde “yenik ve idealsiz ilişkiler” resmine yansımaktadır. Dolayısıyla, Türkiye toplumu büyük bir ahlaki karmaşa yaşayan bir toplum olarak resmedilmektedir. Cinsellik bu süreçler içinde öne çıkan değil, arka planda kalan bir öğeye dönüşmüştür. Ama ne yazık ki ideallerle birlikte insanın edimlerinde tutarlılık öğesini yaşatabilecek “insanın ahlaki değerleri” de yok edilince, bir cangılın içinde yaşam kurulmaktadır. Bu cangılda özellikle yaşama ucundan kıyısından eklemlenmiş karakterler öne çıkmaktadır. İşte bu tabloda kadın gerçekten filmin protagonisti değil, yardımcı figürü olarak arka plana itilmiştir. Hakikaten yeni sinema “Dünyayı Kurtaramayacak Adamlar”ı resmetme yarışında iken, “Dünyayı Kurtaramayacak Yardımcı Kadın Oyuncular” kadın kimlikleriyle filmlerin ikinci oyuncularına doğru, bazen daha da arka sıralara, itilmişlerdir. Eğer televizyon dizileri ile sinema filmlerini karşılaştırırsak, durum çok daha açık olarak ortaya çıkar: televizyon yapısı gereği çok daha geniş kitlelere sesleniyor ve aynı zamanda çok daha geleneksel değerlere ve konvansiyonlara bağlı olmak durumundadır. Bu açıdan kadının cinsel yönden cezp ediciliği ve makam-mevki edinmek için güzelliğin en önemli anahtar olmaya devam etmesi televizyon dizilerinde kolaylıkla görülebilir. Yeni sinema ise bu kadın kimliklerini, kadının bedenine ve güzelliğine karşı yapılan vurguyu alt üst etmiş, hatta bizzat bu durumu küçümsemiştir. Unutmayalım, Antalya Film Festivalinde Kıskanmak filminde en iyi kadın oyuncu ödülü güzele değil çirkine verildi. Bunun yanı sıra, beyazperde itinayla sergilenmiş güzel kadın bedenlerini iğreti haline getirmiştir. Bunun anlamı bir tür hem Yeşilçam’dan hem de Hollywood sinemasından kopuş anlamına gelmektedir. Televizyon ekranları ise tam tersi yönde hareket etmektedir. Sinemamız yenik insanları anlatmakta, bu süreçte ise kadınlar erkek âleminin kurallarını çoğunlukla oynayarak yenik insanlar içinde kısmi nefes kanalları açmaya çalışmaktadır.