Zamansız Düşünceler
Yılmaz Güney’in dilinden Yolun hikâyesi-5


Yeşilçam deyince benim aklıma hep Hollywood gelirdi, 1964 yılında John Ford’a sormuşlar, “Hollywood nerededir?”

“Hollywood coğrafik olarak tanımlayamayacağımız bir yerdir, nerede olduğunu gerçekten bilmiyoruz”.

“Bu her Allah’ın günü doğrulanan bir gerçektir: Amerikan filmleri her kıtada her inançtan, her kültürden, her ırktan oluşan devasa bir izleyici topluluğu tarafından seyredilir, izleyici üzerinde çok etkili olur. İnsanlar umut ve vaat beklentisi içinde olduğu gibi, telaşın ve stresin içindeyken bile bu filmleri seyrediyorlar. Bu şans eseri olmaz. Hollywood birçok etkileşimin ve olgunun kesiştiği bir kavşakta yer alır. Bu kavşakta yaratıcı yollarla izleyiciyle buluşma, hikâye anlatma yeteneği ve zanaatı, en üst düzey stüdyo yetkililerinin verdiği kararlar ve dağıtım ile pazarlama gayretleri kesişir” demiş yapımcılar birliği temsilcisi.

Biz de nasıl mı olur bunlar? İşin gerçek tarafı şudur, biz de Marx çok açık haklıdır, “bilmiyorlar, ama yapıyorlar.” Bizde sektör dediğimiz şeyin hiçbir tarafı sektöre benzemez, esas sürükleyici kör dövüşüdür. Ne yapıyorlarsa onu bilerek yapmazlar, esas olarak da birbirlerinin yaptıklarını da çok iyi bilmezler, ama bir şeyleri mükemmeldir, ötekinin niyetini çok iyi sezerler. Bu insanların her birisi ötekine dair hikâye biriktirir, öbürünün kendini masum göstermek için uydurduğu ve öne çıkardığı her şeyin bir rolden başka bir şey olmadığını bilir, onun için her tür öne çıkışın arkasında nasıl da sahte kabadayı havalarının olduğunu da sezer. Onun için Yeşilçam’da aleyhimde prodüktör Yılmaz bizim filmimizi durdurdu dediklerinde aslında hiç kimsede bir heyecan dalgası yoktu, kimseyi ama kimseyi de benim bir prodüktör olduğuma inandıramadılar, herkes biliyordu ki işler yolunda gitmediği ve ekip benim kafamdakileri çekemeyecek olduğunu anladığım için filmi durdurdum.

Kaldı ki onlara göre esas sorun benim baştan yanlış insanları seçmemden kaynaklanıyordu, eyvallah diyelim buna. Ama ondan sonra filme yeniden başladığımızda, düşünün hem darbe olmuş, hem hapishaneler tarihinin en yıkıcı baskılarına maruz kalıyor, ben açık cezaevinden kapalıya alınmışım, Türkiye’de Yol filmi çekiliyor, ben yurtdışına çıkacağım, iki üç yıldır dört dönüp hazırlıklar yapılıyor Güney Filmde, karım iki çocuğumla yurtdışına çıkmış ve ben gayet olaysız bir şekilde yurtdışına “kaçtım”. Niye “kaçtım”?

Çünkü sevgili kardeşlerim, ben yurtdışına kaçmadım, çıktım, hiçbir engel de çıkarmadılar, hatta anlıyordum ki yurtdışına çıkmamı teşvik ediyorlardı. Yol filmi çekiliyor, düzenli olarak yurtdışına çıkarılıyor, bütün hazırlıklar yapılmış ve Türkiye’de devletin bundan haberi yok, olacak şey değil.

İşin gerçeği daha da ileri boyutlara gidiyor, yalnızca bunlarla sınırlı değildi. Dikkat edin ve filmi bir daha seyredin: o koşullarda Türkiye’de bu film çekilebilir mi?

Öyle hikâyeler anlatıyorlar ki biz bütün ekip olarak muhteşem roller yapıyoruz?

Tarık Akan Ankara’ya sansür kuruluna senaryoyu götürüyor, Midnight Ekspress filminden söz ediyor, benim amacım Türkiye’deki hapishanelere ilişkin batılıların haksız olarak ürettikleri imajı ters yüz etmek, biz Türkiye’de hapishanelerde işkencesiz, kötü muamelesiz, haklı yargılamalarla dolu bir dönem yaşıyormuşuz, senaryonun amacı batıdaki bu kötü imajımızı düzeltmek. Onlar da bunu yediler, ben de tam hapishanelerdeki koşulları güzelleyecek adamım.

Bizimkiler sınıra gidiyorlar, orada müsadere olmuş, adam vurmuşlar, gerçek askerler asker elbiseleriyle ölüleri getiriyorlar, bizim ekip de bunları çekiyor, askerler de kendilerini oynuyorlar. Niye mi? Film sansür kurulundan çıkmış, onlara verdiğimiz senaryoda bu sahne yok. Bizimkiler diyorlar ki biz senaryoya her şeyi yazmıyoruz, yazarsak o zaman senaryo beş yüz sayfa olur. Sınırda çatışma olmuş yazıyormuş senaryoda. Eee o zaman asker ne yapar, ölüleri ailelerine teslim etmez mi? Onlar da yediler, askerler geldiler, bizimle konuşmaları yasak ama, bizimkiler o yasağı da çok iyi altettiler. Ve bütün bunlar darbe koşullarında Türkiye’de oluyor.

Biz İmralı hapishanesinde kendilerini oynayan gerçek insanların da olduğu sahneler çekiyoruz, kalabalık bir çekim var, hem de darbe koşullarında ve kısa süre sonra ben kapalıya gönderileceğim, hakkımda burada iki hükümet var, iktidarı sağlayamıyoruz dedikleri halde.

Bütün bunlar yıllardır anlatılıp duruyor, ama hiçbiri gerçeği açıklamıyor, gerçek çok daha derinlerde. Düşünün darbeden önce, İsveç televizyonu Türkiye’ye geldi, ben İmralı’dayım, benimle bir belgesel yaptılar, ben orada dedim ki ben yıllardır içerdeyim, istediğim zaman hapishaneden kaçarım, ben bilinçli olarak kaçmıyorum. Bu büyük olay oldu, çok tartışma çıktı, Türkiye’de ispiyoncu gazeteciliğin ve yalan haber üretip ihbarcılık/hedef göstermenin alayını yapan Tercüman gazetesinde hakkımda pek sık haber yapılıyor, üstelik görüntülü, “Yılmaz Güney gazino kapattı, arkadaşlarıyla içki âlemi yapıyor” da bunlardan birisi, oysa ben hem içkiyi hem de alkolü bırakmıştım, evet masada oturuyorum, deniz ulaşımında çalışan bir mahkûmum, hiçbir disiplin suçum yok, hatta o masada oturanlar disiplin suçu işliyor da ben işlemiyorum, efendi efendi oturuyorum, yanımdakiler içki içiyor. Bu koşullarda ben İmralı’dan düzenli olarak telefon ediyorum, ekibimle haberleşiyorum, hem de çoğu kere savcının odasından.

Dostlar, özellikle üçüncü hapisliğimde, yani Yumurtalık olayından sonra, o kadar çok insan bana şaşırarak soruyordu ki “Yılmaz, sen niye kaçmıyorsun?” görüyorlardı durumu. Elimi kolumu sallaya sallaya kaçabilirdim. Düpedüz içerdeki mahkûmlar bile şaşkınlıkla bunu bana soruyorlardı:

“Ben sizin yerinizde olsaydım, bir saat bile durmaz dışarıdaki mücadeleye koşardım. Oysa benim durumum farklı. Halktan, sanatımdan kaçamam. Ben artık halka aitim. Sanatımı halkım için yapabilirsem ben varım. Kaçmam sanatımı yapmama engel olur. O da benim ölümüm olur. Son sınırlarıma kadar sanatımı ülkemde, yaşamın sıcak kaynağında yapmaya çalışacağım. Sokağa çıksam herkes tanır. Yurtdışına çıksam ülkemdeki gibi verimli olamam. Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin karanlık güçleri sürekli peşimde olacak. O zaman egemen sınıfların istediği olur, yasal zeminde mücadeleden uzaklaşmış olurum. Gidişat iyi değil, sanatsal çalışmamın önü iyice tıkanıyor, elim kolum bağlandı” demiştim mahkûm Bektaş’a.

Giderek dediklerim beni getirip bir sınırın önüne koydu, artık içerden haberleşmeme sınır konuyordu, hapisten filmi seyretmem ve kurgusuna müdahale etmem de imkânsızlaşmıştı, dahası artık hapishaneden cezamı çekip çıkmam imkânsız hale gelmişti, yazdığım yazılar nedeniyle cezalar alıyordum ve gittikçe kesinleşenlerin benim kalan ömrümden fazla olduğu belliydi. Bu şartlar altında istemeyerek yurtdışına çıkmak son çare haline geldi, orada da dediğim gibi, “biz bütün ömrümüzü gurbette geçirip gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Dağlarımız, ovalarımız, ırmaklarımız bizi bekler”, evet bekliyordu, ama ömrümüz yetecek miydi? Türkiye’de hastanede hiçbir zaman hastalığım hakkında tam tetkikler yapılmadı ve ben etraflıca bilgilendirilmedim, ama sadece bu bile hastalığımın ne kadar ciddi olduğunu göstermiyor muydu?