Ahmet Haşim, 26 Mart 1928 tarihinden başlayarak “İkdam” gazetesinde “Bize Göre” başlığı altında günlük kısa yazılar yazmaya başlar. (Demek 90 yıl olmuş…)

“İkdam” şairin yazılarını yayımlamayı 3 Mart 1928 tarihli sayısında okurlarına şöyle duyuracaktır:

“İkdam, Ahmet Haşim Bey gibi Türkçeyi en güzel yazan yüksek bir kalem adamının her gün muntazaman fıkralar, makaleler yazmasını temin etmiştir.”

Haşim, “Başlangıç” başlıklı ilk yazısına şöyle başlayacaktır:

“Bir nevi ölümden sonra dirilme sırrına mazhar olan “İkdam”ın sanat ve edebiyat sütunlarına bakmak görevini üzerime almış olmaktan utanıyorum.”

Hemen ardından şu saptamada bulunacaktır:

“Gazetecilik, ticaret niteliğini aldıktan sonra, kendisine ‘’müşteri” adı verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek çabasıyla gazeteler, yavaş yavaş sütunlarından “düşünce”nin bütün şekillerini süpürüp attılar. Hareket etmeyen güzel bir bedeni nasıl her taraftan yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de bir yandan yiyecek ve içecek ilanları, öte yandan metni kovan resimlerin istilası altında kaldı.”

90 yıl öncesini değil, günümüzde medyanın durumunu anlatmıyor mu?

“Ulusal basın” olarak nitelenen günlük gazetelerde köşe yazısı yazmak birçok şairin özlemlerinden biridir.

Örneğin Fazıl Hüsnü Dağlarca 50’li yılların sonlarında çok kısa bir süre Vatan gazetesinde şiirsel köşe yazıları yazmıştır. Can Yücel ve Cemal Süreya’nın özellikle Cumhuriyet’te köşe yazısı yazmasını istediklerini yakından biliyorum. Necati Cumalı’nın Milliyet’te futbol maçlarını yazdığını bugün hatırlayan var mıdır?

Dönelim Ahmet Haşim’e…

Haşim’in gazete yazılarında şiirlerinin aksine çok duru, anlaşılır, bugün de okunabilir bir Türkçe kullandığı görülmektedir.

Ve kimi gözlemleri bugün de gerçekliğini korumakta, günümüze ışık tutmaktadır.

18 Haziran 1928 tarihli “Yeni İstanbul” başlıklı makalesinde yazdıkları bugün için de geçerli değil midir?

“Mimari eserler, fazla çirkinliğe, fazla garabete gelmez. Gülünç bir resme bakmamak, fena bir şiiri veya ahenksiz bir musikiyi dinlememek suretiyle ‘bunların zararlı tesirlerinden ruhumuzu koruyabiliriz; fakat fena mimarın eserinden sakınmak kolay bir iş değildir. Aciz bir muhayyile, fakir bir ruh, yol ortasına dikilmiş taştan koca bir şekil halini alınca, bütün bir şehrin manevi sıhhatini, nesillerce, bozmak kudretinde bir tehlike olur. Son senelerin ağlanacak, sahte mimarisi yüzünden değil midir ki, ruhumuzun estetik kabiliyetine delil aramak için geçmiş sanatkârların eserlerine başvurmaktan başka çare bulamıyoruz.”

Haşim, 19 Kasım 1928 tarihli “Müstakbel Mimari” başlıklı yazısında da o sırada bulunduğu Paris’te otomobil sayısının çokluğundan yakınarak şu saptamada bulunmaktadır:

“Otomobili dünya yüzünden kaldırmak da tabii bahis konusu değil. Mecburen iptidai nakil vasıtalarına göre kurulan Ortaçağ şehir çerçeveleri yıkılacak ve şimdi bir nevi deli addedilen Le Courbusier gibi mimarların estetiği dünya üzerinde hakim olacak.

Gelecek otomobil şehrinin zemini çeşitli tabakalardan meydana gelecek, trafik sahasını boşaltmak için evler kalkacak ve bütün bir mahalleyi karnında toparlayan Amerikalılara has kırk elli katlı, bin bir pencereli korkunç ve çıplak küpler yükselecek. Bunu bir hayal sanmamalı. Paris’te şimdiden yeraltında büyük caddelerin açılması ciddiyetle düşünülüyor.”

Fazla söze gerek yok, bir de bugünün İstanbulu’nu düşünün.