Aşağıdaki metin, Pınar Selek davası nedeniyle yazıldı ve 9 Nisan 2009’da yine bu köşede yayınlandı. Aradan neredeyse dört yıl geçmişken, hiçbir şey değişmediğine göre, bir iki düzeltme ile yeniden basılmasında bir sakınca görmüyorum.

***

Yirminci yüzyılın en önemli roman kuramcılarından biri olan Georg Lukacs, yeterince “gerçekçi” olmadığını düşündüğü için Kafka’yı pek beğenmez. Yenilikçi ve deneysel bulur onun yazdıklarını. Hatta azıcık burun bükerek “avangard” der ona.

Ancak, bu fikri şahsi bir tecrübe neticesinde değişecektir. Doğuş Sarpkaya’nın yine BirGün’de yayınlanan bir yazısında anlattığı gibi, Lukacs yıllar sonra kendisini, Dava’nın baş kişisi Josef K.’yı anımsatan bir durumda, yani olağanüstü olanın olağan karşılandığı bir gerçeklikte bulunca, Kafka için söylediklerini gözden geçirmek zorunda kalır: “1956 yılında Budapeşte’de bir gece yarısı ansızın tutuklanışın, kapalı otoyla bilinmeyen bir askeri havaalanına gidişin, ulusal arması olmayan bir uçakla gene bilinmeyen bir yere doğru kalkışın ve deniz manzaralı, göz alıcı, saray gibi bir villaya gelişin ardından, henüz nerede olduğunu bilmeyen, yarı devlet konuğu yarı tutuklu olarak yaşarken Georg Lukacs şöyle der: “Kafka sahiden gerçekçiymiş.”

Düşünüyorum da, biz milletçe Lukacs’ın yaşadığı bu aydınlanma ânını paylaşmalıyız. Hayatımızın romanını yazan Kafka’yı Türk halkı olarak bağrımıza basmalıyız. Öyle ki, eserleri yalnızca edebiyat değil yurttaşlık derslerinde de okutulmalı, bu yazara dair resmî görüşümüz “gerçeği ve yalnızca gerçeği” anlattığı yolunda olmalı, hatta sınavlarda bu görüşe muhalefet edenlerden not kırılmalıdır.

Her hükümetin, sabahın köründe birilerini evinden toplayıp karakola götürerek iktidarını ilan ettiği ülkemizde, Kafka belki de fahri yazarımız ilan edilmeli ve onuruna her sene festivaller, sergiler, gösteriler düzenlenmelidir. Bununla da yetinmeyip, yurtdışından gelen ve konu hakkında yeterli bilgisi olmayan konuklar için davaların bir türlü neticelenmediği mahkeme salonlarının, masadan masaya koşturarak ömrümüzü tükettiğimiz devlet dairelerinin ve hatta bodrum katlardaki ‘sorgu’ odalarının tanıtılacağı geziler de tertip edebiliriz.

Kongreler, sempozyumlar, paneller ve diğer akademik faaliyetler de unutulmamalıdır elbette. Sunumlar için özel kategoriler düşünülebilir ya da Kafka’yı esinleyen konular birtakım alt başlıklara ayrılabilir.

Bu alt başlıklardan biri mutlaka suç ve suçluluk duygusunu konu almalıdır. Nereden geldiği belli olmayan bir suçluluk duygusuyla doğmuş ve yaşıyor olmanın ne tür bir şey olduğunu anlatmak için resmî görevli olduğunu iddia eden birinin herhangi bir vatandaşı yoldan çevirmesi yeterlidir. O vatandaş derhal görevliyi takip edecek ve ilerleyen saatlerde envai çeşit konuda suçunu itiraf edecektir. Bu sıradan bir şeydir.

Böyle bir araştırma fazla ihtimam gerektirmez. Oysa, mesela Pınar Selek vakası, ortada bir suç olmamasına rağmen davanın sürüp gitmesi gibi ileri seviyede bir Kafka durumunu mükemmel bir şekilde örneklediği için, ancak yüksek lisans düzeyinde bir araştırmaya konu olabilir.

Kafka’nın romanlarındaki karanlık atmosferi yaratan ve okuyucuya kâbus görüyormuş hissini veren ‘boğuntu’ duygusuna dair çalışmak isteyenlere, herhangi bir Cumartesi günü Galatasaray Lisesi’nin önüne gidip kayıp yakınları ile görüşmeleri önerilebilir. Bugün var sandığımız şeyin yarın yok olabileceğini ve insana en çok acı veren şeyin umut etmek olduğunu anlatmak için bundan daha iyi bir örnek olabilir mi?

Zamansızlık, Kafka metinlerinin bir başka değişmez özelliğidir. Belli bir gün, belli bir sene değildir anlatılan. En korkulu kâbuslar her an, her yerde, hepimizin başına gelebilir. Dün, bugün ve yarın karışmış gibidir. Hrant Dink bir köşe başında vurulduğunda, daha önce düşenleri hatırlamamız bundandır. Hep bir ‘déjà vu’ hissiyle yaşar dururuz. Bütün travmalarda olduğu gibi tekrar eden hep aynı sahnedir. O yarayı taşır, nesilden nesile aktarırız. Hiç tedavi edemeden.

Son olarak esaslı bir Kafka teması olan adaletten bahsetmek isterim. Bizim ülkemizde adalet, upuzun bir mahkeme koridorudur. Tam sonuna geldiğini düşündüğünüz anda, bir başka koridora açılıverir. Onun içindir ki adalet, daima peşini kovaladığımız ama hep ertelendiği için asla ulaşamadığımız anlam olarak, ancak bir doktora tezinin konusu olabilir.

Velhasılı kelâm, bizim memlekette Kafka’nın gerçekçiliğinden sual olunmaz.

Çünkü o ne anlatıyorsa, bizde azı yok fazlası vardır.