Dünyanın değişimi karşısında ne kadar da güçsüzüz, ama aynı zamanda dünyanın değişimine karşı duran muhafazakârlık karşısında da o denli güçsüzüz. Hayatın karşısında bir tür güçsüzlük hissi yaşıyoruz, çünkü ne kadar muktedir olduğumuzu hissetsek de aynı zamanda o denli anlar geliyor kendimizi etkisiz eleman olarak da hissediyoruz.

Tartışmalar ve polemikler diyarı Türkiye’de ilginç denklemler bizi şaşırtmaya devam etmiştir, bugünlerde art arda Lütfi Akad tartışmaları yapılıyor, bir tür kutsanıyor, oysa hakkında konuşanların çoğunun Akad hakkında tek bir çalışması bile yok. Akad’ı inceleyen, araştıran, filmlerini çözümleyen insanların bir sanatçıyı anma toplantısı değil bu, çünkü Türkiye’de kişiye çalışmasından, dert ettiği bir konudan değil de, toplum içindeki ününden ve insanın tepesini attıran imajından dolayı söz hakkı verilir.

Bu nedenle Türkiye’de yapılan panellerin aşırı büyük bölümü aslında cahiller diyarında söz sanatları yarışması gibidir. Hiçbir fikri olmayan insanların bir yandan bir iki anı, birkaç gözlem ve ölçüsüz bir anmaya neden olan kişinin tarifsiz yüceltilmesi sözcükleri üzerine inşa edilir ya da panel yapılır. İnsanlarımızın bilgisizliğinden dem vurulur, ama paneldeki konuşmacılar ve salondaki dinleyiciler de cahildir. Karşılıklı bir kutsama ile salonun içi paranteze alınır, onlar hariçte bırakılır ve elbette mutlu salon haricindeki ülke hakkında genellemelere gidilir. Bunu şunun için söylüyorum, gittiğim panellerin aşırı büyük bölümü abesle iştigal anlamına geliyordu, hatta konuşmacı olduğum paneller olur, konuşmacıların bir bölümünün sözleri bana dayanılmaz hale gelir. Böyle anlarda hep şunu düşünüyorum, sanıyorum ki 12 Eylülün Türkiye’ye en büyük hediyesi, toplumun bir bütün olarak küçük burjuva zihinli yapılanmasıdır, yani bizim insanımızın üretim sürecindeki sınıfsal kökenlerinden başka, zihni tam bir küçük burjuva olarak işlemektedir. Öyle ki bizim insanımızın konuşması, tavırları ve konu hakkındaki fikrinin merkezinde bizzat kendi bedeninin isterleri, kendi konumu merkezi bir önem taşır. En aşırılarından bir örnek vermek istiyorum, nasıl olmuşsa 1970’lerin sonlarında Atilla Dorsay’a basında Türkçeyi en iyi kullanan yazar ödülünü vermişler, kuruldaki bir profesör karşı çıkmış, dili iyi kullanamadığını, dahası zaten söylediklerinin önemsiz olduğunu belirtmiş. Ama bu solcu profesör/aydın daha sonra faili meçhul (?) cinayete kurban gitmiş, bizzat bana kendisi söylemişti, kendi ödülüne karşı çıktığı için, onun ölümüne üzülemediğini belirtiyordu. Hayatın karşısında bu kadar kendini merkeze koyarak dünyayı algılamak ve tepki vermek, bizim toplumumuzun içinde öylesine başat hale gelmiştir ki aslında biz kavramı yok olmuştur, hayali bir bizden söz eder gibiyiz.

Sinema alanındaki tartışmalarda, paneller yapıldığında filmleri ya da sanatçıyı çözümlemek, nasıl bir toplum portresi çizdiğini ortaya koymak, toplumsal süreçler karşısında aldığı tavırları sergileyip bunlardan sonuçlar çıkarmak: yok arkadaş bunlar yapılmıyor, ortaya inanılmaz bir bana göre… tamlaması üzerine söylem çıkıyor. Bunların en önemli özelliği zaten bana göre denilerek söylenenlerin dayanaklarının hiçbir zaman açıkça dile getirilmemesi, olguya ve analize dayanmamasıdır. 

Akad için ilginç bir şey demek isterim, Akad, Türkiye sinemasındaki tartışmalar hakkında, onların en şiddetli olduğu dönemlerden, tartışmaların dindiği dönemlere kadar, tartışmalarda yer almayan, fikirlerini itina ile kendine saklayan birisiydi. Filmleri ise hakikaten belirli dönemler oluşturacak denli sınıflanabilir bir yönetmendi. Ama konuşmacıların büyük bölümü zaten ya filmlerini seyretmemiş ya da Akad’ın sanatçı kimliğinin zaman içindeki değişim süreci hakkında bilgisi olmayan insanlar, ama Akad’ın söz konusu tartışmalar hakkındaki fikirlerini de bilmeyen ve anlayamayan insanlar, hatta öyle ki Akad’ın kendi yazdığı kitabı bile okumayan insanlar. Tarih içinde kesiklikler olmadan, müthiş bir devamlılık içinde, fikir yönünden birikip olgunlaşmaksızın, aynı zamanda yenilgiler ve bunlardan dersler çıkarılan dönemler olmaksızın, bir hayat yaşanabilir mi ki sorusu karşısında konuşmacıların çizdiği portre genel olarak insana aykırı zaten.

Bu açıdan şunu söylemek lazım, ben 1980’den sonraki dönemin genel olarak tam bir bilmez bilirkişiler dönemi olduğunu düşünüyorum, inanamadığım kadar çok bilmez bilirkişinin kürsü işgal etmesi karşısında bunca yıldan sonra hala şaşkınlığımı gizleyemediğimi açıkça belirtmek isterim, alışamadım arkadaş, alışmayacağım da.

Bu bilirkişi meselesi ise bana 1970’leri hatırlatır, sinemamızda sansürden çıkamayan insanlar Danıştay’a başvuruyorlardı, orada gelen bilirkişi raporlarıyla sansürden geçmeyen filmler gösterim hakkı kazanıyorlardı, 1980’lere geldiğimizde o bilirkişileri kaybettik, toplu halde bilmez kişilerin danışmanlığında, dar görüşlü ve küçük beyinlilerin gazabına uğramaya başladık.

Bu işin şirazesi öyle kaçtı ki adam özel üniversite kuruyor, oraya bile ünlü olan insanları heyetine almak için çaba gösteriyor, ne diyeyim ki?

Üniversitede derslere, seminerlere, panellere çağrılan insanlar durumunda da aynı şeyle karşılaşıyoruz, ünü var, kayda değer tek bir eseri yok, ders veriyor, verdiği konuda çalışması yok, öyle durumlar var ki kürsü başkanları var, kürsülerinin alanında önemli bir eseri yok.

Ünsal Oskay anlatmıştı, biz de normalde evinde oturup kocasının gömleğini ütüleyecek profesörler var diye, bir başka profesörün deyimiyle ise üniversite hocalığını çeyiz düzmek için seçen insanlar var…

Onun için balık baştan kokar misali, toplumun bütün danışma ve kürsü işgal eden kurumlarına sirayet etmiş olan bilmez bilirkişilik bir toplumun aynası olması vesilesiyle, düşün dünyamızdaki kısırlığın en net göstergelerinden birisidir. Bir insanın yetkin olmamasının en açık sonucu ise o kişinin kişisel kaprisleri ve bilimden kaynaklanmayan zorunlu dayatmalarının gençleri bıktırmasıdır. Öyle ki bugün çoğunlukla karşımızda bu durum var, pek çok insan en anlamlı projelerinin o projeyi zaten anlayamayacak insanların ellerinde katledildiğinin hikâyesiyle karşımıza çıkıyor.

Sinemadan son örnek olarak, Berlin Film Festivalinde yan bölümlerde gösterilen ve ikisi de ödül alan filmlerin ilk başvurularında Bakanlıktan destek alamadıklarını söyleyeyim. Emin Alper’in Tepenin Ardı ilk başvuruda reddedildi, ardından ise dolambaçlı yollar uzmanı bir arkadaşın girişimleri ile destek aldı. Reis Çeik’in Lal Gece filmi ise ne yapım ne de post-prodüksiyon desteği aldı. Bakanlık destekleri konusunda en korkunç dönem 1990’lardaydı. Yeni Türkiye sinemasının henüz rüştünü ispat etmediği dönemdi, Yeşilçam’dan gelen insanlar hem bakanlık destek komitesinde yer alıyorlardı, hem de bizzat kendi projelerine destek veriyorlardı, inanılmaz ölü projelere çıkan destekler karşısında birçok uluslar arası başarı getiren film desteksiz kalmıştı.

Bilmez bilirkişilik bir toplumun mayasına katılmış bir virüstür.