Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı. (Nietzsche)

Etrafımdaki herkesin fısıltılarını dinlemeye çalışıyorum, bağırarak söylediklerini değil, en çekinerek söylediklerini, çünkü kendileriyle hesaplaşmaları o anlarda saklı, en içten sözler onların içinde yatıyor, ürkerek ve hep isyan edilesi şekilde dile geliyor o sözler.

Yeraltı’nı düşünüyorum, günlerdir.

Acaba diyorum bu kişi, bu karakter, bu insan niçin böyledir? Yetenekli desen, evet, düşünceli desen evet, akıllı desen evet, ama olmuyor bir türlü, diğer insanların yanındaki görüntüsü hep biçim bozunumuna uğramış, hep varlığı örselenmiş, hep kendi hiçliğinin farkında. Ne kendini tam koyveriyor, ne de kendini belirli bir hedefe yöneltebiliyor, kendi yazdıklarını etrafındakiler önemsiyor, ama o hep eksik buluyor. Türkiye böyledir, aziz kardeşlerim, en yeteneklilerimiz, en ahlaklılarımız, en güzel insanlarımız en yaralı insanlarımızdır. Onun için sözlerimiz de yaralıdır bizim, ancak bazı insanlar anlayabilir ve duyumsayabilir, çünkü komünal dilimizi kaybettik, etrafımızı saran olmayan meydanların kahramanlarının kibirleriyle kirlendi dilimiz.

İncil’den: “Yürekten Kaynaklanan Sözler 33-37

“Ya ağacı sağlıklı yetiştirirsiniz, ürünü de sağlıklı olur; ya da ağacı çürük yetiştirirsiniz, ürünü de çürük olur. Çünkü ağaç ürünüyle tanınır. Engerekler soyu! Kendiniz kötü kişilerken iyi sözler söyleyebilir misiniz? Çünkü ağız yüreğin taşmasından söz söyler. İyi insan içindeki iyi gömüden iyi olanları çıkarır. Kötü insan da içindeki kötü gömüden kötü olanları çıkarır.

Size diyorum ki, insanlar söyledikleri her boş söz için yargı gününde hesap verecekler. Öyle ki, sözlerin doğrultusunda suçsuz ve yine sözlerin doğrultusunda suçlu çıkarılacaksın.”

Ne boş söz söyleniyor, filmler gösteriliyor, seyrediliyor, tek bir ciddi tartışma olmadan hayatımızdan akıp gidermiş gibi, oysa en değerli sözler tartışmalara dâhil edilmeyenler olduğu için bu inanılmaz boşluk yaşanıyor, yoksa hayatın karşısında eserlerimizin hiçe sayıldığı falan yok.

Muharrem’i düşünüyorum, niçin bu kadar başarısız bir hayatın içinde silkelenip duruyor, çünkü kendini hiçbir yücenin karşısında esrikleştirecek bir amacı yok, kendini Zeki’nin deyimiyle homojenize edemiyor, yani türdeşleştiremiyor, yani hiçbir sadeleştirme yapmadığı için, hayatında şeyler ya mebzul miktarda varlar ya da kendi yatağında fark edilmeden akıyorlar, bunları birleştirmediği ölçüde ürüne de dönüştüremiyor.

Yeri geldiğinde suskunluk yaşanması gerekirken, yeri geldiğinde içindeki hiçlik duygusuyla değil de tam da kendini vakfetme duygusuyla hareket etmen gerekir ki yemişimiz tatlansın, hayatımızın içindeki yücelerimiz tüketici eylemimizle sarsılıyor, eylemlerimizin yönü olmadığı için parçalanıyorlar. Ve zaman içinde bizi boğarak ve ardından da bizi sürükleyerek korkunç anlamsızlık içinde savrulup duruyorlar.

Tam bir kakofoni içinde yaşıyoruz, bu ortamın en belirsiz yerinde en değerli ürünlerimiz var, silinip gitmiş suretlerimiz, çünkü kendi imzalarımızı taşımıyor, çünkü hayatımızı tümüyle tasarlayabilecek bir adanmışlıktan uzağız, bayağı şeylerle yetinerek amaçsızlığımız içinde yıktığımız değerlerimizle birlikte kaybolup gidiyoruz, sefil ve iler tutar yanı olmayan edimlerin içinde boğulmuşuz.

Yeraltı filmini düşünürken ve seyreden insanlarla konuşurken emin olduğum şeyler var, çünkü insanlar kendi yaşamlarını döküyor, zaten Zeki’nin filmlerinde en sevdiğim yanı da budur. Ne mi?

Artık şunu çok iyi anlıyorum, Zeki ile yıllarca konuşmuş birisi olarak şunu çok iyi biliyorum, Zeki yaşamının bir evresinde geri çekildi ve o evresinden itibaren personamız ile aynadaki çıplak suretimiz arasındaki mesafeyi çok iyi gördü. Ondan sonra yıllarca seminerlerinde, söyleşilerinde ve en önemlisi de filmlerinde bu aradaki ilişkiyi resmetmeye yöneldi. İlk söylediğinde insanların nasıl tepkiler geliştirdiğini çok iyi biliyorum, çünkü bunlara ben de tanık oldum. Daha sonrasında ise insan yaşamları kendilerine pek çok şeyi gösterdi, deyim yerindeyse ideolojik katılaşma yaşadıkları dönemdeki sert ve saldırgan tepkilerinin ardından, pek çok insanın hayatın içinde kaybolmuşken çeşitli vesilelerle aynadaki suretleri ile karşılaştılar. Ondan sonradır ki ancak Zeki’nin filmleri ve sözleri ile bir barışma yaşandı, ancak yıllar sonra gelip kendi durumlarındaki bu travmatik yüzleşme anlarını hem benimle hem de bizzat Zeki’nin kendisiyle paylaştıklarında bir iletişim kuruldu. Gerçektir bu, pek çok insanla konuşmalarımız o zaman içinde değil de ancak yıllar sonra o sözlerin tortusuyla yüzleşildiğinde sağlanıyor.

Mesela örnek vermek isterim, komiğime de gitti, daha dün bir arkadaşım anlattı:

Ataricide oyun oynuyor, daha çocuk, solucanlar var, bir şeyleri yiyorlar, yedikçe ortaya çıplak bir kadın çıkıyor, yiyemezsen ise canavarlar. Çocuk başarılı bir oyunla kadını adım adım soyuyor, kendisi de başarmanın hazzı içinde, iyice hedefe ilerlemişken birden arkasındaki sesleri duyuyor, ergenlerden büyüklere kadar bir dizi insan etrafını kuşatmış, tezahürat yapar gibi, arkasında onların nefesini duyuyor, o şaşkınlıkla başarısızlığa uğruyor ve güzeller güzeli bir kadın yerine ekran canavarlarla doluyor. Onun ardından ise etraftakilerin yuh sesleri ve kadının güzelliği hakkında iğneleyici küfürlü sözler dolduruyor. Bu anı, yani by stander olmanın o muhteşem anını sinemamızda anlatan herhangi bir başka sahne var mı? Ve bu an pek çoklarımızın hayatında karşımızda duruyor, o anın kendine özgü duygu karmaşası belleğimizin derinlerinde yatıyor, bir tür Zeki ile yüzleşilebilir bir an olarak karanlıkta kaybolmuştu.

Gerçek şudur, Zeki’nin hemen her filmi külttür, giderek Zeki tam olarak sinemamızda yeraltı edebiyatının temsilcisine dönüştü, öyle ki filmlerini sinemalarda ortalama 30 bin kişi seyrediyorsa, korsandan ve internetten ise atıyorum 1 milyon kişi izliyor, dahası başka, bu insanların hayatında unutulmaz ve iz bırakan filmlere dönüşüyor. Ne zaman Zeki üzerine seminer versem, salon dolup taşıyor ve insanların konuşmalarında bir duygusal yoğunluk bir öfke bir tartışma isteği hemen görülüyor, tartışmaların içeriğinden bağımsız olarak bu tavırda filmlerin ne kadar duygusal tortular bıraktığını anlıyorum, kaybolmamışlar ve insanların içlerinde bir yerlerde yaşıyor.

İnanıyorum ki Yeraltı filmi iki seneye kalmadan tam bir kült filme dönüşecek ve insanlarımızın hayatlarında çok özel bir yer edindiği için insanlar anlayacaklar ki yaşamın bir yerinde bunu seyretmezlerse kendilerini eksik hissedecekler, Yeraltı’nı ben bir tür kendimizle şiddetli ve yalnızken yaşayabileceğimiz bir yüzleşme anı olarak tarihe kaydediyorum.