Filmi seyretme sürecinden başlayayım: Zeki’nin filmlerini özlemişim. Ayrı bir havası var, hiçbir yönetmenimize benzemeyen. Bir başka oluyor, üstelik bunun zerre kadar biçimsel bir tarafı bile yok. Zeki’de bir başka olan onun filminin atmosferidir, o başka şeyler anlatır, hem derdi başkadır hem de hayatın içinden başka sahneleri ön plana çıkarır. Nasıl desem? Öyle yaşamsal anlar vardır ki orada başka filmlerde göremezsiniz, üstelik bu yaşamsal anlar o kadar kolektiftir ki her birimiz şu ya da bu şekilde ya bunları yaşadık ya da bunlara tanık olduk. Yaşamın en ölü olduğu andaki en boğucu andaki görüntü bir anda sizi hakikatin mutfağına çağırır.

Mesela Yazgı’yı düşünelim, gümrük bürosunun iki erkek çalışanı ofisten çıkarlar, sinemaya gidelim derler, ama yolda Musa cayar, eve gidip dinlenmek ister, yatıp televizyon karşısında çekirdek belki yanında bira, sonra da yatıp uyumak. Ama eve gidince daha kapıdan girince orada kalmak istemez, ışıkları yakmadan dışarı çıkar. Amaçsızca gezinir, vitrinlere bakar, sonra da sinemanın afişine, o sırada büronun tek kadın çalışanı onu görür. O da onu görünce sohbet etmek ister, arkadaşları ya onu ekmiştir ya da zaten patronun yeni bir fingirdeşme isteğinden muzdariptir. Sinemaya girerler, tuvalete gider, arkadaşı oradadır, onu görünce şaşırır, Musa onu görmez, o da ters ters ona bakar, sinemada da hayvani bir şekilde kıza sarkıntılık eder.

Ben bu sahneyi deyim yerindeyse Türkiye Sinema tarihinde hiç hatırlamıyorum. Bu başka bir şeydir, olayın değişik versiyonlarıyla bildiğim herkesin başından şu ya da bu şekilde geçmiştir zaten. Zeki Demirkubuz filmlerini seyretmek başka bir tanıklıktır, en çok da kendinize ve yaşamın ölü anlarına, boğucu taraflarına, yaşamımızın içindeki nihilist yanlara, kendimizden yorulduğumuz anlara.

Yeraltı filmini görünce garip şeyler hissettim, bir kere basın gösterimine aşırı bir ilgi vardı, salon değiştirdiler ve daha büyük salonda oynatmak zorunda kaldılar, bu ikincidir tanık oluyorum, o farklı his pek çoklarında var, mahreme tanıklık insanları çekiyor sanki, deyim yerindeyse Zeki eleştirmenleri ipe diziyor.

Filmi görünce güldüğüm çok yerler oldu, diyeceğim şaşıracaksınız. Mesela gece yarısı uyumak isteyen karakterimiz, sokağın karşısındaki saçmasapan müziğin saçma volümüyle uyuyamıyor. Balkona çıkıyor, “Bakar mısınız?” hiç yanıt yok. Ardından küfür ediyor, sonra da eve girip yumurta, patates şu bu alıyor, balkondan balkona serbest atış. Ertesi günde hizmetçisine dün acayip şeyler oldu diyerek, hikâyeyi öznesiz anlatıyor, ballandıra ballandıra. Bana fazla tanıdık geliyor.

En büyük haz aldığım yer ise sonradan en çok gürültü çıkaran yer oldu, meğer ne çok gizli göndermesi varmış? Ben size tavsiye ederim, bu sahneyi seyredin hazzını çıkarın ve mutlaka arkadaşlarınızla bu sahneyi yeniden yazın, bu sahneyi aramızda yaşamayanımız var mı? Söylemediğimiz şeylerin yıllar sonra boğazımızda düğümlendiği, dile getirememenin ardından suskunlaştığımız, yıllar sonra durup dururken ve sessizce otururken hatırlayıp küfür ettiğimiz, geçmişteki durumun sizi boğduğu, sizin o zamanki tavrınızın kabullenemez oluşu, etrafımızdaki insanların ne oluyor diye şaşkınlığa uğradığı anlarımız yok mudur? Bunun olmadığı bir insan da tanımıyorum. O kadar sevdim ki hemen oracıkta kalkıp gidip Zeki’ye senaryoda müdahale etmek istedim, eksik kalmış şöyle şeyler de olmalı diye. Oysa sahnenin eksiği falan yok, sadece öznel deneyimlerin taşkınlıkları budanmış.

Kendini susturmanın cezası olarak, uyuyakalmak; hiç gitmek istemediğiniz bir yere koşa koşa gitmek ve heyecanla gecikmekten korkmak; sinirden yerinizde duramazken adama aşırı nazik davranmak; beş kuruşluk kayırmalı arkadaşlık gösterilerinin iç yüzünü iyi bildiğiniz için nefret etmek, onların sahte ilişkilerinden bir yandan tiksinmek, öte yandan içinde kaybolmak istemek, buyurun itiraf odasına, sizlerden de bekleriz.

Bir insanla konuşursunuz, dertleşirsiniz, sonra derdini dinlediğiniz ve onun derdi üzerinden yakınlaştığınız insan, sanki hiçbir şey olmamış gibi, yeri gelir üstünüze çıkar, tepeniz atar, o kadar atmasa iyi olur, tam o anda yakalandığınız bir insana patlarsınız, ama siz kendinizden kaçamadığınız için utanırsınız, o size daha çok dert olur.

Diyeceğim şu, Yeraltı, adı üstünde bir itiraf odası, isteyen yarayı kanatır, isteyen yaram iyileşti böyle şeyleri unutmak istiyorum der, isteyen de bunların üzerine tartışalım, kendi geçmişimle, hayatımın sessiz yıkıntıları üzerine dertleşeyim diye düşünür, seçim size kalmış.

Peki, şu gönderme işi ne olacak?

Zeki Demirkubuz’un tavrını insani ve asil buldum. Ortada bir yara var, ama yaranın da asaleti var, deşmek isteyenler mi var? O zaman yaranın asaletine saygı duyarak konuşacaksınız, siz de onu dert ediyorsanız, buyurun konuşalım. Yok dert etmiyorsanız, işi gücü bırakıp bira çerezi olarak “gönderme mi”, metafor mu, metonim mi, anlat da heyecan yapalım misali olmaz. Bu tavır bana şunu hatırlattı, tam da Demirkubuz’un filmini, Kader’i. Milletin beklentisi o kadar asaletten uzak ki düpedüz istedikleri Kader’de çocuğuna ilaç almak için gece yarısı nöbetçi eczane ararken Bekir’in içkiye musallat olması, oradan esrar partisine davetiyenin çekiciliğine kapılması, orada sözün Uğur’a gelmesi, oradan bütün milletin işe yaramaz adamsın ama maksat muhabbet şu senin dalganı dinleyelim diye Uğur’a getirmesi, sonrasında Bekir’in bire bin katarak, hayali bir iktidar kurarak Uğur’a ilişkin fantezilerini kusması… Ne oluyoruz, bu bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? Zeki daha yönetmenlik kariyerine başlamadan önce böylesine sırnaşarak kendisinden laf sızdırmaya çalışan insana eğer o gün orada küfür etmeseydi, bugünkü Zeki de olmazdı. İnsanın derdi varsa, asaletiyle taşımayı da bilmeli, bu yüzden bir kez daha saygı duydum kendisine.