İş mekânının sanal araçlarla eve doğru genişlemesi, “yeni” sınırların kim tarafından, nasıl, nereye çizileceği kaygısını doğurur. İşçi örgütleri, çalışanların bu kaygılarını dayanışmaya, yaşam koşullarını onaracak ve yenileyecek somut girişimlere dönüştürebilir.

Zeminde ve sınırlarda kaymalar, yeni imkânlar

Baran Gürsel*

Evden çalışmayı, iki hat çerçevesinde düşünebiliriz. İlk olarak evden çalışırken, çalışmaya zemin teşkil eden unsurlara yönelik ihtiyacımızın nasıl karşılanacağı sorusu doğar. Evden çalışma, zeminde böyle bir kayıpla başlar.

Çalışmanın zeminini oluşturan unsurlar, iş için gerekli araç-gereçten yeme-içme-ısınma-aydınlanma imkânlarına, sağlıktan sosyalleşme olanaklarına kadar çeşitlidir. Ve bunların hiçbiri de sadece işin gerçekleşmesine yaramaz. Örneğin yeme-içme olanakları, bunların hazırlanmasına ilişkin düşünsel-duygusal-fiziksel çabadan tasarruf ettirebilir; araç-gereç kullanımı, işyeri ve dışında, bir meziyet aracılığıyla ilişkiler kurmaya yarayabilir; iletişim ve farklı türlerden temaslar, işyerinin ve onun kültürünün çok ötesine geçebilecek ilişkilerin gelişmesini sağlayabilir.

Ofiste, bireysel ve kolektif çalışma -ve tabii ki çalışmaya direnme ve bambaşka şeyler yapma- deneyiminin zeminini oluşturan bu ihtiyaçların karşılanması sorumluluğunu, iç dünyamızda da büyük ölçüde işverene, işyerine, varsa işçi organlarına ve onların uzantılarına teslim etmişizdir. Evden çalışmaya geçtiğimizdeyse bu ihtiyaçların nasıl karşılanacağına dair bir soru/kaygı zihne düşebilir. Bu kaygının ne yöne evrileceği, bu durumun nasıl özdeşleşmelerle aşılacağı, yani başka bir deyişle bu sorunun nasıl cevaplanacağı ise bundan sonra gelir.

Kayıpla ortaya çıkan kaygı[1] örneğin;

■ yeniden işverenle veya işverenci bir iş kültürüyle özdeşleşerek, kendimizi işverenimizmişiz gibi hissedip, kendi bağımlılığımızı ve işverenin sorumluluğunu yadsımaya çalışmaya;
■ huzursuzluk ve öfke duyup bir yandan da yalnız ve çaresiz hissedip sessizleşmeye;
■ yetersiz olana muhtaç hissetmeye;
■ kendimize çıkış ararken kendimizi diğer çalışanlardan duygusal-düşünsel olarak ayrıştırma çabasına dönüşebilir. Bunlar, öteki çalışanlarla ve sınıfın tarihsel kazanımlarıyla özdeşleşemediğimiz, onlarla bir ortaklık duygusu yakalayamadığımız zaman gerçekleşebilecek bazı ihtimallerdir. Bu özdeşleşmeleri ve ortaklık duygusunu yakaladığımız anlardaysa kaygı, birileriyle ortak hareket etmeye veya en azından buna ilişkin tasarımlara dönüşebilir; aramızdaki çıkar farkını hissettiğimiz işverene yönelik öfkemiz, çeşitli mücadelelerin harcı olabilir. Bu, bazen meslek, kurum ve hatta şirket kültürü savunusu görünümünde olabilse de, bu türden söylemlerin bazı koşullarda, çalışanların birbirleriyle kurdukları eşitlikçi bağları da temsil ettiğini söyleyebiliriz.

SINIR KAYBI

İkinci olarak, evden çalışmayı, bir sınır kaybı üzerinden düşünebiliriz. Bu sınır kaybının iki boyutu olabilir. Bir yandan mekânın ve mesafelerin sanallaşması, işverenin talepleriyle işçi arasındaki sınırın kaybı olarak deneyimlenebilir. Ofisteyken bazı fiziksel özellikler, “işin” taleplerini temsil edenleri bir ölçüde sınırlayabilir; ofisin içi ve dışı arasındaki -ortaklaşılan- sınırın belli olması, zorlayıcı olabilecek bazı “baş başa kalma” durumlarının efor gerektirmesi, ofis içerisindeki iletişim hızının fiziksel efora bağımlı olması... Bu tür özellikler, insanlar arasındaki sınırların düzenlenmesine bir açıdan katkıda bulunabilir.

İş mekânının sanal araçlarla eve doğru genişlemesi ise “yeni” sınırların kim tarafından, nasıl, nereye çizileceği; sınırı çizen yasak ve bedellerin ne olacağı sorusu/kaygısını doğurur. Tabii insanın yaşayabileceği bu sınır karmaşası evde olmanın başka gerilimleriyle de birleşebilir. İş artık evle aramızda bir sınır olmaktan çıkınca, evin yarattığı duygular, bizden talep ettikleri, ortaya çıkardığı arzular, kaygılar ve belki de şiddet, çalışanı daha fazla sıkıştırabilir.

Sınır kaybı diğer yandan, işçinin kendisinden gelebilecek olan -bilinçli veya bilinçdışı- bazı “istekler” için de geçerli gibidir. Ofiste, çalışan, ofisin sosyal kodları/yasaklarını belli düzeylerde içselleştirerek istek ve davranışlarını düzenlemeye çalışır. Ama ev, kişinin, nasıl görünüp nasıl davranacağına ilişkin benzer yasakların olmayabileceği ve bazı ihtiyaç karşılama ve zevk faaliyetleriyle aramızdaki mesafenin belirgin ölçüde azaldığı bir mekândır. Bu durumun doğrudan bir “özgürlük” olarak adlandırılamaması veya işverenin bu arzuları düzenlemeye talip olma ihtimali, çalışanın, yeni özdeşleşmeler vasıtasıyla uğraşacağı arzuların uyanmadığı anlamına gelmez.

İŞÇİ ÖRGÜTLERİ NE YAPABİLİR?

İki boyutlu sınır karmaşasını “çözmek” için, çalışanlar örneğin, işvereni içselleştirerek, taleplerle işgal edilmiş ve sıkışmış hissedebilir; uyaranla dolmuş taşmış ama iş işten geçmiş hissedebilir; öfkesi korkuya karışabilir, yetersiz görülenlere yönelebilir; arzulamayı bir iş haline getirerek yaşamaya ve “serbestliğe” kayıtsızlaşabilir; çevrimiçi iletişimlere “uygunsuz” görüntüler sızdırabilir. Buradaki kaygının, ortaklık duygularına-düşüncelerine dönüşmesiyle, hem sınırlara dair yeni düzenler oluşturmak, hem de açılan yeni boşluklarda yeni iş dışı uğraşlar (örgütlenme dahil) aramak üzere zihinler/bedenler harekete geçebilir.

Bu çerçevede işçi örgütlerinin işlevi, çalışanların zemin ve sınır kaybıyla gelişebilecek kaygılarının, birbirlerine yaslanmaya ve yaşam koşullarını onaracak/yenileyecek somut girişimlere dönüşmesine katkı sunmak olabilir. Bu onarım/yenileme, yeri geldiğinde işverenin ve devletin bazı kayıpları telafi etmeye zorlanması olduğu kadar, bazı kayıpların da yeni imkânlara dönüştürülmesiyle mümkün olabilir. Bana kalırsa işçi örgütü, zemin ve sınır kaymalarından sınıf çıkarınca faydalanmanın yolunu arayabilir, kendini bir yaslanma/yaşama/yaratma zemini olarak sunabilir ve arzuya yeni rotalar sunabilir.

[1] Metinde bahsettiğim her türden ruhsal deneyimin, kişinin bilincinde olduğu bir deneyim olmak zorunda olmadığını not düşmek isterim.

*Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği (TODAP) üyesi, Psikolog