Geçmişte biliyorsunuz ünlü bir kitap var: Düzenin Yabancılaşması, kitabın da ilginç bir tarihi var, yazarı kitabı yazmamış, kitabı siyasi iktidar vermiş, o da basmış, yani ortalığı karıştırmak için basılmış bir kitap. Ben böyle deyince, insanlar şaşıracak, ama gerçek bu.

İşte o kitabın adı yanlış, Türkiye’de düzen müzen yabancılaşmıyor, gerçek çok basit ve sade: Devlet milletine yabancılaşmıştır.

Türkiye sistemine, rejimine ve ekonomik refahına hiç uymayan bir “mutluluk” tablosu çiziyor. En büyük kentimiz İstanbul. İstanbul aynı zamanda Avrupa’nın en büyük metropolü nüfus açısından, kozmopolitlik açısından da dereceye girdiğinden içinde yaşadığımdan eminim. Bu kentin kakofonisinden, bu kentin imar planlarından, yaşama koşullarından, kentin kültürel haritasından söz etmeyelim, ama kentin meydanındaki Atatürk Kültür Merkezi’nin bizzat siyasi iktidar tarafından kasıtlı ve planlı bir biçimde kapatılmasından, meydanın düzenlenmesinden, park dolayısıyla patlayan olaylardan söz etmeden şunu söyleyeyim: Bunların her birisi bile sadece Türkiye’de devletin milletine yabancılaştığını ve devletin milletin merkezi aklı ve milleti için çalışan kurumsal yapısı olmadığını ve milletine çektirmek için çırpındığını gösteriyor.

Türkiye’ye baktığımızda, siyasi iktidar (yalnızca AKP’yi hiç kastetmiyorum) açık bir şekilde kendine model olarak bildiğiniz en ucuz ve hatta ahlaksız yalanlar da söyleyen bir soğuk savaş filozofu olan Popper’ın toplumsal mühendislik tezini almış, benimsemiş, Türkiye’de bildiğiniz insan canı, kanı ve zihniyle oynayan ve toplumu deneğe çevirmiş bir siyasi iktidardır.

Türkiye’de siyaset çok açık bir biçimde, siyasetçilerin halka planlarını, projelerini, hele kalkınma stratejilerini anlattıkları, halkın seçimlerde kendi geleceğini seçtiği bir çerçeveden çoktan çıkmıştır, hatta hiç bu çerçevenin içine girmemiştir. Türkiye’de özel olarak siyaset, 1980 sonrasında, esas yapısı itibariyle, sanallaşmış, siyasetçi ile halk arasındaki temas kopmuş, siyasi söylem sanal olarak üretilen, afaki konular üzerinden şekillenen, yalan baskı ve kandırma üçgeni içinde nihai şeklini alan, somutla alakası olmayan tuhaf bir karışımdır. Türkiye’nin bugünkü halini en iyi ifade eden, gerçekten de Menderes olmuştur, bu ülke küçük bir Amerika’dır, dolayısıyla, siyaset toplum için ve toplumun nezdinde ve katılımıyla değil, sanal düzlemde yapılan, yalan ve Zübük şovlarla şekillenen bir şeydir. Türkiye’de siyasetin sanallaşmasında, manipülasyon araçlarının aşırı gelişmesinde, kamu vicdanında çok açık yaraların oluşmasında, insanlar arasında “bu millet adam olmaz” anlayışının milletin kalbine yerleşmesinde: Merkezi önem taşıma işlevini “Kürt Sorunu” yerine getirmiştir.

Farkındaysanız, Türkiye’de siyasette giderek Zübüklerin ağırlığı artmakta ve hatta Zübükler en kritik mevkiler için bilinçli olarak -seçilmemekte- aksine bir şekilde atanmaktadır, seçim bir oyuna dönüşmüş, atanmanın bir ara uğrağına dönüşmüştür: Bu anlamda İÜ rektörlük seçimleri bunun minimal bir örneğidir.

Türkiye, büyük oranda, toplumsal yapı, manipülasyon tekniklerinin ileri düzeyde uygulanması, toplumsal iletişimin kopması, toplumsal ilişkilerin adabını meşruiyetini ve ahlakını yitirmesi nedeniyle, dünyadaki her “niteliksel başarı”nın sanalını üretebilir, zahiri düzlemde dünyayı fethedebilir, buna karşın her başarı, esaslı bir toplumsal acıyla birleşir ve sonuçta sanal başarının hazzı acıları duyumsanmaz hale getirebilir.

Bu toplumun bireyler ya da birey deyince kızacaklar olabilir, daha nötr bir ifade kullanalım, bu toplumun üyeleri siyasi iktidar için “ihmal edilebilir, harcanabilir, önemsenmeyebilir” niteliğindedir, bir valimizin deyimiyle “Biz, bu ülkede haybeye yaşıyoruz.”

Türkiye’de sorunun milletten kaynaklandığını inanmıyorum, genel olarak her bir insanın içinde daha pozitif ve hatta özverili bir insanın yattığına, siyasi mekanizmanın insanların masum yanlarını kullanarak insanları birbirine kırdırdığına en açık ve bilimsel kanıt, bu toplumun tarihidir.

Türkiye’de devlet için, millet bir teferruattır, ülkemizdeki şiddetin daimi ve esaslı kaynağı budur. Milleti birbirine kırdırmak ve birbirine karşı kışkırtmak da, hangi Avrupa ülkesi bizimle yarışabilir ki, yürü ya kulum denilen insanlar özellikle bu işte en mahir olanlardır.