Ali’yi bir kez daha öldürdüler. İlk darbeyi İbn Mülcem vurmuştu arkasından. Son darbeyi Kayseri’de bir mahkeme. İlk darbeyi vuran Allah’ın hükümlerinden bahsediyordu, son darbeyi vuran devletin kanunlarından. İlk darbeyi vuranla son darbeyi vuran arasında 1354 yıldan başka fark yoktu. O zaman da imanla küfür karışmıştı birbirine şimdi de. İlk darbeyi vuran da bilmiyordu hırsız kimdir, arsız kimdir, katil kimdir, son darbeyi vuran da. İbn Mülcem herkesin iyiliği için işlediğini söylüyordu bu cinayeti, son darbeyi vuran da millet adına veriyordu kararını. Oysa Ali’yi bir kez daha öldürdükleri geçen günün gecesinde, gündüz katillerini akladılar el birliğiyle gece hırsızlarını. Korkuyla cesaretin, imanla küfrün, sevgiyle nefretin birbirine karıştığı bu ülkede, onun ardından fısıldadığımız tek bir cümle kaldı dilimizde hepsi bu: “Kaçıncı ölmem bu hain…?”

Ali’nin annesini bir kez daha öldürdüler geçen hafta. “Acının elli tonu” yaşanırken, artık hayat Emel Korkmaz için aynı akmayacak hiçbir zaman. Ali annesini kaybetseydi öksüz babasını kaybetseydi yetim olup çıkacaktı. Peki Ali’yi kaybedince ne olacak bir anne baba? Ali’nin yokluğu nedir onlar için? Ne denir ki evladını kaybetmiş bir anne babaya? Ali’nin ardından kalan bir daha hiç büyümeyecek olan bir anne ve babalık. Yani hem yetimlik hem öksüzlüktür o evde yaşanan. Biz hep anneler çocuklarını büyütür biliriz ama hâl biraz da tersidir. Bunu anne baba olanlar bilecektir daha çok. Çünkü ben de bugün anlıyorum ki ancak, ben çocukken, ben değil annem babammış büyüyen. Artık Ali’nin evinde kaygı denen duyguya yer olmayacak. Emel Korkmaz’da daha az güven, daha çok öfke, daha çok hasret olacak. Hiçbir şey kaygılandırmayacak onu eskisi kadar, eskisi gibi. Çünkü kaygı onun için yalnızca Ali’nin teni, Ali’nin dili, Ali’nin saçı, Ali’nin eliydi biraz da. Çünkü bir annenin çocuğuna duyduğu telaşın adıydı kaygı. O nedenle acıyla hasret arasında salınıp duracak dünya.

Ali’yi son kez öldürdüler geçen hafta. Her bir cinayette büyüyen ve küçülen yanlarımızı bir kez daha hatırlatarak gitti Ali. Annesi ve babasına büyük bir öksüzlük ve yetimliği hatıra bırakarak gitti. İçimizdeki Tanrılar ve devletler küçülürken elimizdeki Zülfikarlar büyüdü biraz daha.    

En çok neden korkar ki bir çocuk? Karanlıktan mı, öcülerden mi, yoksa umacı kadınlardan mı masallarda duyduğu? Neden sakınır en çok? Anne terliği midir yaramazlıktan onu caydıran, polis copu mu? Bir çocuğu ne sevindirir ki en fazla? Anne şefkati mi, devletin yoksulluk parası mı? Neye teslim olur hayatta? Annesine mi, devlete mi? Karanlık bir sokaktan geçerken neden korkar o çocuk? İçini korku doldurduğunda kime sığınır? Annesi değil midir ilk çağırdığı, dilde ve yürekte?

Öyleyse hiç ortada yokken çocuk için, nerede çıkar bir devlet bir çocuğun karşısına? Neden çıkar? Yalnızca çocuklardan değil, polislerden, fırıncılardan da katiller yaratan devlet nedir bir çocuk için? Neden tek vuruşta bir kişiyi değil de bir toplumu öldürür devlet? Ali’yi son kez öldürdüler geçen hafta. Sonra tetikçilerinin eline tutuşturup suç aletlerini o karanlık ara sokakta gaibe karışıp gitti devlet. Bir yanında İbn Mülcem, bir yanında Sinan bin Enes, arkasında “görevliler, Hızır Paşa’lar”…