Adalet adası, yaşadığımız sıradan, gündelik yaşamın uzağındadır. Çevresinde deniz yoktur. Ama sanal bir deniz etkisi yaratılmıştır. Bu ada bildiğimiz adaların coğrafyasına, topografyasına pek benzemez. Sadece bir binalık yer kaplar fiziki olarak. Kurallar ve aptallıklarla sıradan yaşamdan yalıtılmış bir uzamdır.
           
Orta yaşta bir kadın yurttaş böyle bir adaya kamusal bir güçle çağrıldı. Sabahın erken saatinde küçük torunuyla geldi. Ona göre, memleketin şimdiki halinde, iktidarın tüm söyledikleri doğru ve güzeldi.
           
Kendilerini efendi, yurttaşları barbar ilkeller sayan iktidar kurumlarından birisi. Mahkeme kapısında bekleşiyoruz.
            
Aradan dört saat geçmiş. Kadın da bekleyenlerin içinde. Torunuyla beklemek ayrı bir zorluk. Kıyıda köşede mamasını verip, doyurmaya çalışıyor.
           
Hak arama kültürünün yokluğundan sıkça söz ederiz. Beklemekten iyice bunalan kadın, bu kültürün gerçekten de bilincinde olduğunu gösterdi. Memlekette her şeyin çok iyi olduğuna dair algının yarattığı bir özgüveni de vardı. Ona göre, yanlış olan o anda yaşadığı tekil olaydı. Uygar bir yurttaş tepkisi ile çözeceğini düşündü. Duruşma salonun daldı. Ancak yasal “tehditlerle” geri gönderildi.
            
İyi olan her şeyin yıkıldığını görür gibi oldu, tepkisinden bunu çıkardık. Katı olan her şey hâlâ buharlaşmaktadır. Adanın görkemli silueti de buharlaştı. Katı kafalar, katı mahkeme duvarları, hele bir de katı hapishane duvarları da bir buharlaşsa böyle!
           
Kadın, buharlaşmayı hissedip, “Hakkımı ihlal ediyorsunuz. Çağırdınız geldim. Niye bekletiyorsunuz?” diye tepkisine devam etti.
           
Yurttaşın uğradığı ihlal gerçekti. Açık, sayısal bir gerçeklilikti; saat onda o kişiyi  oraya “getirdinizse” içeriye o saatte almalısınız. Duruşma saat ondaysa, gecikme olmamalı. Bu yalın sayı uyumu bozulursa gerisi boş. Bu yalın matematiği bile sağlamayan adalet -bunu kaplam dersek- daha derin ve karmaşık bir işlev/süreç olan -buna içlem dersek- hakkı, adaleti, hakkaniyeti nasıl “tesis” edebilir, diye sormalı.
           
Kadın başta sanıyordu ki, aksaklık temelde değil bir küçük parçada. Bu nedenle, temel güvencesini devreye soktu: Güvendiği ve çözüm için çare olacağına inandığı kuruma dayanmak istedi; “Basına gideceğim.” Düşünüyordu ki o görkemli adada böyle bir güvence odağı var. Sandı ki bozuk bir parça, sağlam parçanın denetim gücüyle onarılır. Gürültüye içerden birisi çıktı; “Basın benim” dedi. Sonra mahkemenin iyi olduğundan, işi büyütmemesinden söz etti. Bu sözle çözüm çöktü! Kadın bir daha “Basına gideceğim” diyemedi!
            
“Edebiyatta Ada” kitabıyla, Akşit Göktürk ada meselesini çok güzel anlatmıştır. Yazarlar kurmaca dünyalarını/metinlerini daha iyi kurmak, neden-sonuç ilişkilerinden uzak, olası bir dünyayı hep adalarda oluşturmuşlardır. İyi veya kötü ütopyalar hep adaları mesken ederler. Bizim mikro örneğimizde, memleket ortalamasını temsil eder görünen kadının adalet adası sular altında kaldı. Basının iktidara çalışmasının sonuçlarının mikro örneğidir bu söz; “Basın benim”

Haftanın dizesi; “Her gün yeniden kuracaksın hayallerini” (Aydın Öztürk, anıların akşamı yok, Berfin Y.);