Anam gençliğinde çok güzel boğaz havaları söylerdi. Gırtlak, iki

Anam gençliğinde çok güzel boğaz havaları söylerdi.
Gırtlak, iki parmakla enstrüman gibi kullanılır ve yanık bir sesle göç, yayla, gurbet türküleri söylenir. Yörük atalarım, en kolay taşınan müzik aygıtını her daim yanlarında taşır olmuşlar böylece...
Otuz beş yıl önce Fethiye Ovası’nda gecenin geç vaktinde ikimizdik. Tarla sulamak için geceye kalmıştık Suyun sahibi gece daha az oluyordu. Gökte korkutucu bir ayışığı. Anacığım korktuğumun farkına vardı. Bir ses olsun diye, bir boğaz havasına başladı. Ses, öyle hüzünlü ve gizemliydi ki, korkum katlandı. Küreği havada tutuyordum, her an zuhur edecek kör şeytanın kafasına vurmak için... Islak kürekte ay parlıyordu, yerimi şeytana daha çok belli ediyordu. Anam boğaz havası söylüyordu benim için...
Gece yarısına doğru eve dönerken, hala kürek havada, omzumda, şeytanın kafasına vurma konumunda. Anam, besmeleyle atlayıp geçiyor küçük derelerden.  “Şeytan sudan geçemez, öte yanda kalır” diyor. Bana moral destek veriyor.
Yıllar yılı hep böyle oldu. Ana oğul ilişkisinin yanında, emek yoldaşlığımız oldu.
Her yıl yaptığım gibi, geçen yıl da İstanbul’a getirdim anamı. Akşam iş dönüşü balkonda beklerdi hep. Uzun uzun otururduk balkonda. Kimi zaman uzun uzun susardık, kimi zaman uzun uzun konuşurduk.
Bazen, birden anlatmaya başlardı. Girdev Yaylası’na göçte son konalga’da yetmiş yıl önce yaşadıklarını. “Konalga” onun kullandığı bir sözcük; yayla göçündeki konaklama noktaları demek.
Boğaz havalarından söz ediyoruz bir akşam. Yine söylemesini istedim. “Boğazımda soluk kalmadı, nerde o günler” dedi. Titreyen elleriyle nasıl çalındığını gösterdi... İkimiz de o eski günleri düşünüyorduk,sessizce. “Ah gençlik ah” dedi, bir ara. Sonra birden, son bir gayretle, gençliğine çok uzak bir yerde; İstanbul’da bir balkonda boğaz havasına başladı. Seksen dört yaşında. Hepsi dört dize. Kendisini dinlemeyen parkinsonlu ellerine, azalan soluğuna, küçülmüş bedenine karşın... Duyanın belki anlamayacağı, benim çok iyi bildiğim o eski ses. Gözlerimdeki yaşı gizlemek için yüzümü karanlığa gömdüm, uzaklara baktım.
Benim icem al atlı alaylar ister, a of, a of
Benim icem al duvaklı gelin ister a of, aa of
Al duvaklı gelinler
Al sıvaklı dam ister, a of, a of
Ağabey için yakılan bir boğaz havası. İce-Ece, çocukluğumun “ağabeyi”.
Duyduğu, bildiği bu boğaz havasını, sözlerinin içeriğini hiç dert etmiyordu belki. Hikâyesini bilse bile. Sözlerin, alt okumaların farkında bile değildi. Bizzat yaşamış olsa bile. Göçer hayatının romantikliği bir yana, yazın çadırda yaylalarda, kışın kışlaklarda saz damlardaki yaşamın zorluğuydu anlatılan. Ak duvaklı gelinlerin düşünde, sağlam, taştan, sıvalı evlerin, damların özlemi boğaz havası olmuş, söylene gelmiş. Kısa dörtlükte, bir yaşam biçiminin özeti gizli. Toros yörüklerinin yazılmamış hayatlarından bir tablodur sergilenen.
Anam, bütün bunların tamamen dışında, oğluna son kez bir armağan gibi hüznünü söyledi.
Ak sıvaklı dam isteyen gelin anamdı. O bunu bilmese de. Ne ak sıvaklı bir damı oldu. Ne al duvaklar içinde bir gelinlik yaşayabildi. Al atları, alayları hiç olmadı. Çocuklarını doğurdu “gık” demeden. Sonra kucağında parabelum, ocağı ve doğurduğu çocuklarını bekledi şafaklara kadar.
Cenaze yıkama aracı içinde, bir ak kefene sahip oldu. Bir de yoksul battaniyesi. Tek vasiyeti. Sanki ilk geceyi morgda geçireceğini bilmiş gibi, “Kefenimi de battaniyeye sarın” demiş ölmeden önce. Kendi örtüsünü vasiyet etmiş. Hep kendi işini yaptığı gibi. Pek çok öngörüsü gibi, o da tuttu. O bir şaman ruhuna da sahipti çünkü. Morgun buzu battaniyeyi sardı, ak kefene ulaşmadı.
Ak sıvaklı dam isteyen gelinin öyküsü bitti böylece. Hüzünlü boğaz havaları bitti.
Küçük bedenine on beden eklenmişti. Bana mısın demedi. Küçük bedenine daha nice acılar, öyküler, hayatlar sığdı. Hepsini taşıdı. Çünkü o bir düğümdü. Can ve beden düğümü idi.
Ölüm, düğümü çözdü. Biz de sonsuzca çözüldük.
Haftanın dizesi: “yalan, anamdan gayrı sevgili yalan” (Soğuk Takvim, Kora Yayınları)