Şiir dili ve hukuk dili bahsinde, üçüncü yazıda sözün sonunu getiremedik. İşin içine hukuk girdi mi, böyle olur zaten. ZENGİNLİK,

Şiir dili ve hukuk dili bahsinde, üçüncü yazıda sözün sonunu getiremedik. İşin içine hukuk girdi mi, böyle olur zaten.
ZENGİNLİK, YOKLUKTUR BAZEN
“...günlük hayatta, ihtiyacı olan iletişimi anadiliyle zorlanmadan gerçekleştirilebilen bir kişi için herhangi bir edebi metin sadece sıkıcı gelmekle kalmayıp, anlamsız bile olabilir; ya da metnin gönderme yaptığı pek çok konu, kullanılan sanatlarla anlamın zenginleştirilmesi, bu okuyucu için hiç  ‘varolmayabilir’.” (Ertuğrul Uzun, Hukuk  Göstergebilimi, Legal Y. s. 46)  Yani, zenginlik yokluktur kimi zaman diyebiliriz, kısaca. Bu yokluk, mevcut edebiyat bilgisi sözü edilen metne yetmeyen okur için geçerlidir.  Alıntıladığım yazar, hukuk metni için de, “Hukuk mantığına sahip olunmadan ve hukuk dilini bilmeden” hukuk metinlerinin anlaşılmayacağını yazmaktadır. “Buna yine, hukukun sistemli bir yapı olduğu ve bu sistemin özelliklerini bilmeden kısmi bilgisinin dahi eksik olacağını söylemek mümkündür (age, s.47).  Açıklık, kapalılık derken, varmak istediğimiz  sonuç biraz da budur. Bu prototip özel kapalılık hali de yinelelem gerekir ki, şiire düşmandır.
DAĞLARCA’NIN TERAZİSİNDEKİ
SÖZCÜKLER
Bir zamanlar, uzunca bir süre Dağlarca’nın  avukatlığını yapmıştım. Sonra aramızda uyuşmazlık çıktı. Kavga ettik, vekilliğinden istifa ettim. Hukuk ve şiir bir arada yürümedi çünkü.
Dağlarca ile ayrı düşmeden önce, davalarını görüşmek için sık sık Kadıköy’deki  (sonradan adının verildiği sokakta bulunan) evine giderdim. Her gidişimde, beni önce şiirden bir güzel sınava çekerdi. Son yazdığım şiirlerden birini okumamı isterdi. Şiiri dinledikten sonra, eleştirmek için masada duran kuyumcu terazisini gösterip “Ben şiirlerimi yazarken her kelimeyi ölçer, tartarım, karar veremezsem şu teraziye koyup bir kere daha tartarım. En küçük bir ağırlık görürsem, olmaz.  En hafifini, kefeyi kıpırdatmak şöyle dursun, kefede durmayıp uçanı seçerim. Kelimeler öyle hafif olmalı ki, uçmalı. Uçan kelimelerle, ağırlığı hiç olmayan, yerçekimine kapılmayan kelimelerle yazmalısın” diye ağır eleştirilerde bulunurdu. Haklıydı. Bu arada, üstad, içki ve sarhoşluk konusunda da aynı hafiflik ve şehrin üstünde uçma örneğini kullanırdı!
Kendi şiirlerini kimi zaman evinde çalışan kadına yazdırırdı. Kadının el yazısı biraz kötüydü ve bazı yazım yanlışları da olurdu. Düzeltmeleri yapmak için bana okuturdu. Bazı sözcük yanlışlarını da okurken düzeltir, doğrusunu okuyuverirdim! Ses tonumdan ve çok hafif duraksamadan bunu da anlar, hem bana hem de kadına bozuk atardı. Kötü okuyacağım diye ödüm kopardı doğrusu. Çünkü, daha görüşmenin hukuk bölümüne geçmemiş olurduk o anlarda!
Şiirden konuştuktan sonra, sıra hukuka gelirdi. Bir dakika önceki büyük şair, hemen hukuk karşısında herhangi bir müvekkil gibi olmaya rıza gösterirdi. Burada, Dağlarca’nın  şiir terazisi, şairin sözcük terazisi ortadan kaldırılır, hukukun, yani şu gözü bağlı kızın terazisi gelirdi. Görüşmenin bu aşamasında şair, evdeki çalışan kadına seslenirdi; “Bana bak, avukata kahve yap. Bunlar önemli adamlardır. Herkese kahve yapılmaz. Başkasına çay. Ama avukatlara kahve yapmak gerek! Kahveye kıyacaksın!” Kadıncağız da hemen kahveyi yetiştirirdi. Çünkü hukukun iktidarı, Dağlarca’yı da aşıyordu. Herkese sunmadığı kahveye bile “kıymasına” neden oluyordu.
Hukuk ve şiir bu denli ayrı terazilerdeydi.
Haftanın şiiri; “hudutsuz pencerelerde üşür perdeler” (Emel İrtem, Zehirli Rüya,Yitik Ülke Y.)