Aşk, yalnızlık ve tükenmişlik
Herkes artık potansiyel olarak önemsizdir.
Yeni çağın insana içten içe aşıladığı bu his dayanılmaz bir yalnızlık yarattı. İnsan yaşam karşısındaki önemsizliğini ve ölüm karşısındaki çaresizliğini kavrayalı çok olmuştu. Ancak bütün bunların karşısında durabilecek araçları, kavramları ve kutsalları vardı. Heyecanlanmak bir yaşam belirtisiydi, şaşırmak, aşık olmak... Fedakârlık bir değerdi. Mahalle bakkalının varlığı bir çocuğun sokakta güven içinde oynaması için yeterli bir nedendi. Ne çocuklar, ne büyükler ne de kuşlar bu denli yalnız değildi. Her mahallenin, her ailenin ve her Tanrı’nın dinlenesi hikâyeleri vardı. Her çocuk biraz büyük, her büyük biraz çocuktu. Ve anneannesinden masal dinlemeyen bir çocuk kendini nasıl da eksik hissederdi. Sokak ev, ev sokaktı. Henüz yataklar ayrılmamış, odalar bölünmemişti. Her çocuğa bir oda yerine, misafire ayrılan en güzel odalar evi süsler; kardeşler yer yataklarında sarılıp yatardı. Yalnızlık yalnızca peygamberlerin, şairlerin ve aşıkların meziyetiydi.
Eskisi gibi bir yalnızlık yok artık. Daha ve başka türlü bir yalnızlık bu. Kötü ve bedbaht bir yalnızlık. Yeni yalnızlığımız değersizliğimizden çünkü. Dünyada ilişki kurduğumuz şeylerin bize verdiği değerin ne olduğundan emin değiliz. Sevilip sevilmediğimizden, kandırılıp kandırılmadığımızdan emin değiliz. Dokunuyoruz kimi zaman, avuçlarımızda kalıyor bir ten ama ondan dahi emin değiliz. Çoğu ilişkiye anlam verebilme gücümüz kalmamış. Çünkü ilişki diye adlandırılan şeyler artık ilişkiden ziyade kaba bir alışveriş.
Yeni dünyanın yeni insanı havada kalın iplerle asılı halde. Artık karşılaştığı sorunlara, yaşadığı sıkıntılara kısa dönemde, acil ve etkili çare olabilecek kavram setlerinden yoksun. O elleri ve ayaklarından asılı, ne yapsa yorulmaktan başka bir şeye yaramayacak bir halde boşlukta salınıp duruyor. Çünkü kendisine, dünyaya ve kozmos’a duyduğu saygıyı kendi eliyle hiçleştirdi. Artık o, kısa zamanda sonuca ulaşmak, gevşek bağlarla ötekilere bağlanmak, sorumluluk almamak, en az çabayla en fazlayı kazanmak istiyor. Derinleşmek en büyük korkusu. O, sevmeden de birlikte olmak, tutku duymadan ve bağlanmadan dokunmak, erotizmin uzun ve meşakkatli yolunun değil pornografinin kısa, hızlı ve acilen tatmin edici yolunun içerisinde rahata ermek istiyor. O derinliğini ve çabasını terk ettikçe dünyanın en tehlikeli ve kötü yaratığı olmaya başladığının farkına bile varamıyor.
İnsanlar aynı mekânlarda, aynı odalarda olsalar bile farklı dünyalarda yaşıyor. Aynı yatakta uyusalar bile dokunmuyor. En büyük karmaşa ve çatışma aynı dili konuşan insanlar arasında yaşanıyor. Kimsenin kimseye güveni yok. Çünkü insanlar kendi bedenlerinden ve akıllarından kuşkulanıyor. Bedenlerinin ve akıllarının istediği çoğu şey bu yeni çağda suç artık. Ortaçağ, bedeni hapseden Hıristiyan ahlakını yüceltmişti; modern dönem aklı yücelteyim derken onu kötürümleştirdi. Heidegger uyarmıştı: “Güçlü aydınlatma gerçek körlüktür.” Ve Nietzsche, tanrının ölümünü haber verdiğinde delirdiği sanılmıştı. Oysa o aslında koca bir dünyanın aklını yitirdiğini haber etmişti. “Hiçbir adalete sığmayan, dünyadaki sayısız çatışma ve derin acı iyi bir Tanrı’ya nasıl mal edilebilirdi.”
Aşk bile, bu yeni dünyada, artık hesabın kitabın alanında, işlevselliğin civarında dolaşmaktadır. Yalnızlık bitmiştir. Onun yerinde oturan “kendini değersiz hissetme”dir. Çocuklar tüketilmiş, büyükler yeni peygamberleri “panik atağa” teslim edilmiştir.