Unutmayalım ki, toplumun en dinamik, en ön yargısız, en birikimli, adaletten, insan hak ve özgürlüklerinden nasibini almış yarısı bizimle birlikte. Yeter ki, Fransa’daki ve başka coğrafyalardaki mücadelelerden de beslenerek umudu yeniden, dimdik ayakta tutabilelim.

Avrupa, Fransa, Türkiye: Umudu büyütelim
Fransa’da bir gencin polis kurşunuyla ölmesiyle başlayan protestolarda birçok kişi gözaltına alındı. (Fotoğraf: AA)

Avro Bölgesi 2022’nin son çeyreğinden sonra 2023’ün ilk çeyreğinde de daralarak resmen resesyona girdi. Fransa’da ise sıfır civarı bir ekonomik büyüme gerçekleşti.

Rusya-Ukrayna savaşının ağırlaştırdığı enerji krizi sonucu, sera gazlarını azaltma çabaları askıya alındı, küresel iklim değişikliğine karşı hiçbir yeni önlem uygulanamadı. Enflasyon hafif bir düşüş trendiyle Haziran’da yüzde 5,5’e geldi. Avrupa Merkez Bankası fiyat artışlarının yüzde 60 kârlardan kaynaklandığını açıkladı. Böylelikle çalışanların ücret artışları enflasyonun altında kalıyor, sade yurttaşların satın alma güçleri geriliyor. Yunanistan’da seçimleri sağcı Yeni Demokrasi Partisi kazandı. 23 Temmuz 2023’te gerçekleşecek İspanya seçimlerini de sağcı Halk Partisi’nin önde bitirmesi bekleniyor. Son seçimlerde İtalya, İsveç, Finlandiya seçimleri de sağ-popülist, otoriter eğilimli, göçmen ve mülteci karşıtı partilerin yükselişte olduğunu gösterdi. Bu hafta sonu da Almanya’daki ırkçı AfD ilk belediye başkanlığını kazandı. Özetle, Türkiye’de sol, demokrat çevreler 14-28 Mayıs seçimlerinin travmasını henüz üzerinden atamamışken, Avrupa’dan da pek iç açıcı haberler gelmiyor.

BANLİYÖLER AYAKTA

Bilindiği gibi Fransa’da Kuzey Afrika kökenli 17 yaşındaki Nahel’in polis tarafından hunharca öldürülmesi sonucu çalkantılı günler yaşanıyor. Banliyö isyanlarının tüm ülkeye yayılması ile birlikte geceleri sokağa çıkma yasakları ilan ediliyor, toplu ulaşım seferleri durduruluyor, yaşam ciddi biçimde aksıyor. 2017’de polisin şiddet kullanım yetkilerini artıran yasa sorgulanıyor. Polis güçlerinde aşırı sağ, ırkçı eğilimlerin yaygın olmasının, özellikle siyahlara ve göçmenlere yönelik ayrımcı uygulamaları ve şiddet kullanımını artırdığı bildiriliyor.

Cumhurbaşkanı Macron yatırım bankacısı kökenli, neoliberal politikaları fütursuzca hayata geçiren, bu anlamda hala sosyal devlet izlerini taşıyan Fransa’da aşırı piyasacı Avrupa Komisyonu’nun direktiflerini koşulsuz yerine getiren halktan kopuk bir politikacı. Neoliberal modelin yol açtığı, en çarpıcı biçimde Fransız iktisatçılar Thomas Piketty, Emmanuel Saez, Gabriel Zucman tarafından ortaya konulan gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri kendi ülkelerinde de derinleşiyor. Eğitim olanaklarından da yeterince yararlanamayan göçmenlerin öfke ve umutsuzlukları zaman zaman, bir kıvılcımla parlayabiliyor. 2005 Ekim ve Kasım’ında da banliyölerde olağanüstü hal ilanına varan ayaklanmalar yaşanmış, çok sayıda araba ve kamu binası ateşe verilmişti.

2005’te sol partiler ve sendikalar isyancılarla aralarına mesafe koymuştu. Bu kez ise başta Jean-Luc Melenchon’un sözcülüğünü yaptığı NUPES koalisyonu gelmek üzere, sol ve sosyalistler banliyöcülere destek veriyor, polisin ırkçı ve ayrımcı uygulamalarına son verilmesi çağrısında bulunuyor. Faşist hareketler ise, gerek Marine Le Pen, gerekse Eric Zemmour’un ağzından iç savaş kışkırtıcılığı yapıyor, isyancılara karşı sade yurttaşın tepkilerini sokağa dökmeye çalışıyor. Bir anlamda Fransa’nın anayasal yurttaşlık temelinde yükselen, laiklik, asimilasyon ve fırsat eşitliğine dayanan modeli çatırdıyor. Fransız devriminin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilkelerinin kendileri için geçerli olmadığını düşünen göçmenlerde, kendi milli, dini, kültürel değerlerine dönme, entegrasyonu reddetme eğilimi güçleniyor. Faşistler ise, yurttaşlık haklarının sırf “sahici Fransızlar” için geçerli olduğu bir zihniyeti aşılamaya çalışıyor. O nedenle Fransız toplumunu demokratik ve sosyal taleplerde birleştirebilme, enerjilerini ortak bir zemine aktarabilme potansiyeli ancak konuya sınıf temelinde bakabilen, etnik ayrımcılığı kategorik olarak reddeden sosyalistlerde/komünistlerde bulunuyor.

MACRON DÖNEMİNDEKİ ÜÇ EYLEMLİLİK

Aslında Macron dönemleri üç büyük sosyal mobilizasyona sahne oldu. Birincisi Sarı Yelekliler hareketi benzin fiyatlarının yükseltilmesi üzerine doğmuş, çok ciddi sokak gösterilerine sahne olmuş, ancak Covid pandemisiyle sönümlenmeye yüz tutmuştu. Bütün militan karakterine karşın, göçmenlerin ve beyaz yakalıların hareketle kaynaşması mümkün olmamıştı. İkincisi, 2023 başında Macron’un emeklilik yaşını 62’den 64’e yükselten hamlesi ise çok yaygın ve kararlı bir direnişi tetiklemiş, Meclis’te iki kez güvensizlik oyu sonucu yasa askıda kalmıştı. Üçüncüsü ise, halen devam eden, 17 yaşındaki Nahel’in katli ile yükselen banliyö isyanı. Burada da sokağa inen kitlenin çok genç ve büyük ölçüde Mağrip kökenli olması yanında, isyanın dış mahallelerde yoğunlaşması ABD’deki “Siyah Yaşamları Önemlidir” hareketi gibi geniş toplum kesimleriyle buluşmasını zorlaştırıyor.  

Fransa’da her on yurttaştan altısı oy kullanmıyor. Çoğunluk seçimler yoluyla bir değişimden umudunu kesmiş görünüyor. Fransız Ulusal Meclisi’nde 577 vekilden sadece beşi işçi sınıfından geliyor. Emekçi kesimler, avukatlar, danışmanlar, şirket yöneticileri, doktorlar, girişimciler, kısacası profesyonel meslek sahiplerinden oluşan meclisin kendilerini temsil ettiğine inanmıyor. Siyasetteki bu güvensizlik bir yandan siyasi mücadele yoluyla değişimin önünü keserken, öte yandan zaman zaman güçlü toplumsal protesto hareketlerinin yükselmesini sağlıyor. Bu iki dinamiği birleştirme sorumluluğu da yine köklü bir dönüşüm umudunu yeşertecek, ayrımcılığa, ırkçılığa karşı sol siyasi parti ve hareketlere kalıyor.

ŞİMDİ AYAĞA KALKMA ZAMANI

Bu gözle bakılırsa 2013 Gezi İsyanı; laiklik ve yaşam tarzı, ekolojik duyarlılık, sosyal haklar, etnik, mezhepsel, cinsel kimlik talep ve özgürlükler gibi farklı toplumsal beklentileri bir araya getiren, meşru eylem biçimlerini benimseyen çok önemli bir deneyimdi. Siyasi öznesini bulamadığı, programatik taleplerini netleştiremediği için sönümlendi.

Fransa’nın aksine, 2023 seçimlerine gidilirken toplumsal muhalefet tüm umudunu seçim sandığından gelecek değişime bağladı. Özellikle düzen muhalefetinin “sokağa çıkmayın, provokasyona meydan vermeyin, işi bize bırakın” çağrısı parlamento dışı direniş zeminlerini zayıflattı. 14 Mayıs’ta yüzde 87’lik rekor katılım oranına karşı, seçim sürecindeki haksızlık, adaletsizlikler ve hukuksuzlukların da katkısıyla beklenen değişim gerçekleşmedi. Muhalefet kesimlerine derin bir karamsarlık, umutsuzluk ve dağınıklık egemen oldu.

Bugün, toplumsal mücadelelerin sadece parlamento ve merkezi hükümete yönelik değil, yerel yönetimlerde, fabrikalarda, okullarda, sokaklarda verilebileceğini hatırlayıp, bedbinlikten sıyrılmaktan başka çaremiz yok. Hatalardan dersler çıkartıp, bugünden başlayarak, gerek örgütsel, gerekse politik, ideolojik, programatik bir yenilenmeye gereksinimimiz var. Unutmayalım ki, toplumun en dinamik, en ön yargısız, en birikimli, adaletten, insan hak ve özgürlüklerinden nasibini almış yarısı bizimle birlikte. Yeter ki, Fransa’daki ve başka coğrafyalardaki mücadelelerden de beslenerek tekrar umudu canlandıralım, kararlılıkla yola koyulabilelim.