1940yılında Birleşik Devletler’deyiz, henüz savaşa girmemişler, Pearl Harbour baskını olmamış. ABD tarafsıza oynuyor. Bu arada Hitler’in vukuatları sınırlı

1940yılında Birleşik Devletler’deyiz, henüz savaşa girmemişler, Pearl Harbour baskını olmamış. ABD tarafsıza oynuyor. Bu arada Hitler’in vukuatları sınırlı  ölçüde dünyada biliniyor. Hitler bir efsaneye dönüşmüş: vahşette sınırlar zorlanıyor.
Bu arada Chaplin, faşizmi anlatan bir film yapıyor ve kendi dünya ve insanlık görüşü için filmin finalinde bir konuşma metni hazırlamış.
Filmin içinde Mussolini ile Hitler’in görüşmesini tiye alan bir bölüm var. Mussolini Hitler’i ziyaret ediyor. İkisi de üstün ırk söylemi içinde, İtalya’da eski Roma İmparatorluğunu kurma hayalleri kuruluyor, Almanya’da “bilim adamları” Germen ırkının üstünlüğünü ispatlama derdinde.
‘Büyük Diktatör’ filmi bir yandan güce tapınmayla alay ederken, öte yandan küçük insanın dünyasını deşen bir yapıya sahip.
Mussolini ve Hitler arasındaki sahnenin temel dinamiği kim en yüksekte oturacak: oturdukları  koltuklar yükseltilebilir. Herkes daha yükseğe çıkmak istiyor, yükseltiyorlar, yükseltiyorlar: en sonunda kafalarını tavana çarpıp yere çakılıyorlar. Büyük üstünlük nutukları ve bir şey olmadı manzaraları devam ediyor. Bir ara Hitler herkesi dışarı çıkarıyor: dünya haritasının üzerinde olduğu bir balon getiriliyor. Hitler dünya ile ya da balonla oynuyor. Gücüne tapınıyor. En muhteşemi ise kıçıyla dünyaya vurduğu bölüm oluyor.
Chaplin’in ‘Büyük Diktatör’ adlı filmi bir anlamda militarist devlet ve insan zihniyetinin parodisidir.
İsrail ise belki de şu anda dünyanın en militarist devletlerinden birisidir. Nüfus/ordu açısından yaklaşıldığında hiçbir ülke yanlarına yakışamıyor. Silahlanma için ayırdıkları bütçe, bütün bilimsel çalışmaların ordu ve savaşa yönelik sonuçlarından yararlanmak için her şeyi teyakkuza geçirmiş bir anlayış. İnsanları hiç çekinmeden öldürebilmeleri, okulları, hastaneleri, hatta ambulansları vurabilecek kadar ceberut ve ahlaksız bir savaş siyaseti. Her türlü insanı satın alabileceklerini, sadece önemli olanın fiyatı olduğunu Yahudi Hollywood yapımcılarının filmlerinden öğrenmişler. Ahlak onların ülkesine hiç uğramamış: en iyi savunma saldırıdır diye, sivil masum gözetmeden saldırıyorlar.
ABD’nin kendisine Ortadoğu devletlerini bağlamak ve tepelerine sürekli höst diyen bir ülke olarak ortalarına diktiği İsrail gücüne tapınmakta ve ABD’den nüfusuyla orantısız gelen yardımlarla militarist yapısını iyice güçlendirmekte. Öyle saldırı mekanizmaları ve istihbarat toplamak için öyle ilginç yöntemleri var ki, gerçektir bu, bu yöntemlerin altını kazıdığınızda, siyaset yapma tarzlarının altını eşelediğinizde Hitler’in tosuncuklarının politik anlayışı ortaya çıkıyor.
11 Eylül saldırısı üzerine dünyanın değişik ülkelerinden kısa filmler çekilerek bir film oluşturulmuştu: İsrail’den de bir film yapıldı. Gerçek şu ki, bu uzun filmin içindeki kısa filmlerden bir tek İsrail’den gelen militarist idi ve ırkçı kimliğiyle bu durumu bile kendi saldırganlıklarının meşruiyetini sağlamak için kullanmaya çalışıyorlardı. Dünyanın diğer yerlerinden gelen bütün filmler ya ABD’ye yönelik öfkenin nedenlerini araştırıyorlar, ya ABD’nin mağdurlarının düşüncelerine yer veriyorlar ya da barış ve itidal çağrısı yapıyorlardı. Ama bir tek İsrail’den gelen film militarist ve faşist yapılıydı.
İnsanın gerçekten seçilmiş bir ırkı olduğunu, kendilerine kutsal toprakların vaat edildiğini, kendi ırkının saflığı ve devam ettirilmesini yüce bulduğu bir anlayışa sahip olması kısa yoldan faşizme ve ırkçılığa giden yolu açar. Dünya genelinde anti-semitizmden daha büyük sorun, semitistlerin kendilerini normal bir insan olarak görmemeleri nedeniyle yaptıkları anormal eylemler ve hayat anlayışından kaynaklanır. İnsanın savaş ortamı içinde inanılmaz kıyımlara yol açtığında bile ileri teknoloji ve uzmanlaşmış bilgi gerektiren ve sistemli bir hazırlık yapılmadan yapılamayacak olan “organ ticaretini” organize edebilmesi hakikaten korkunç bir şey.
Bu arada kendilerine bir şey söylendiğinde hem masuma oynamak, hem de bu rolü pek sevip vahşet tabloları yaratması korkunç bir şey olmalı.
Chaplin’in ‘Büyük Diktatör’ filminin finali çok önemlidir:
“Açgözlülük insan ruhunu zehirledi, dünyayı nefretle kuşattı. İstediklerimizi elde etmek için makineleri kullandık. Bilgimizi olumsuz, zekâmızı sert ve kaba kullandık. Çok fazla düşündük ve çok az hissettik. Makinelerden çok insanlığa ihtiyacımız var. Zekâdan çok şefkat ve kibarlığa ihtiyacımız var. Bunlar olmadan yaşam şiddet dolu olur ve her şeyi kaybederiz…
“İnsanlığın ilerlemesinden korkanlar ezilip gidecekler. İnsanlığın nefreti geçecektir ve diktatörler ölecektir, onların gücü insanlığa geçecektir, son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır.”
Kendi elleriyle kurdukları  ülkeyi üstünlük naraları atarak ve en kötüsü de buna inanarak özgürlükten arındırıp kendi güçlerinin tutsağı olmuş bir İsrail. Acıdır, yalnızca acı, güç için özgürlüğünü satmak.