Bağımsız ekonomi sol iktidarla mümkün: Türkiye ekonomisinin temelleri
Emeğin de haklarının gözetildiği, kapitalist sanayi 4.0'dan farklı, emekçilerin ciddi anlamda katılımının olduğu, üretken emeğinin devreye sokulduğu ve insan onuruna yakışır istihdamın olduğu, kamunun insanların istihdamından sorumlu olduğu bir model yaratmalıyız. Mesela bugünkü modelde kamu kâğıt üzerinde sorumlu ama fiiliyatta kamunun hiçbir sorumluluğu yok.
Günümüze maddi temel oluşturan döneme göz atacak olursak; 1930’larda dünya ekonomik kriz yaşarken, çok iyi bir planla sanayileşmeyi başlatmış olan Sovyet deneyiminden Mustafa Kemal ve arkadaşları çok iyi bir şekilde yararlandılar. Bu dönemde başlatılan Birinci Sanayi Planı, 1960’larda başlayacak olan planlı kalkınmanın öncüsüdür. İthal ikameci sanayileşme öncelikle temel tüketim mallarında başladı. Daha sonrasında İkinci Dünya Savaşı yüzünden uygulanamayan İkinci Sanayi Planı’nda ise ara ve yatırım mallarında ihtisaslaşmayı öngörülüyor ve ithal ikameci sanayileşmenin sona erdirilmesi planlanıyordu. Savaş sonrasında ise Marshall Planı ve Truman Doktrini ile başlayan süreçle beraber; Türkiye ekonomisi, dünya kapitalist sistemin istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda, emperyalist blokun temsilcileri IMF ve Dünya Bankası eliyle şekillendirildi. Türkiye’nin bağımlılık ilişkilerinin temelinde emperyalizmin bu iki kurumunun öncülüğünde Türkiye’nin dünya ekonomisine eklemlenmesi yatıyor. Arkasından gelen planlı dönemde, temel tüketim mallarıyla başlayan ithal ikameci sanayileşme süreci sonrasında dayanıklı tüketim malları, ara mallar ve yatırım mallarıyla devam etti. Bugünlerde özelleştirilen KİT’lerin önemli bir bölümü bu dönemde kurulmuştur. Ancak bu süreç yatırırım malları aşamasında sekteye uğrayarak tamamlanamamıştır. Bu süreç tamamlanamadan Türkiye ekonomisi 24 Ocak Kararları ile dışarıya açılmıştır.24 Ocak’la başlayan küreselleşme sürecinde Türkiye; bütçede küçülmeye gitme, özelleştirme yapma, deregülasyona başvurma (kuralsızlaştırma) gibi dayatmaları olan koşullu kredilerle(dayatılan bu programa Washington Uzlaşması deniliyor) daha da bağımlı bir hale getirildi. Bunun sonucunda da Türkiye ekonomisi bugün; kırılgan, borç olmadan dönmeyen ve ithal girdilerde dışarıya çok fazla bağımlı, kendi içsel tasarrufları ile uzun dönemli hareket edemeyen ve dış kaynak girişi olmadan büyüyemeyen bir ekonomidir.
BAĞIMLILIKTAN KURTULUNABİLİR
Peki sürdürülmesi giderek imkansızlaşan bu ekonomik modelden çıkış mümkün müdür? Bunun için ne yapılabilir? Öncelikle, Türkiye bir yol ayrımına girmelidir. Uluslararası finans sektöründe imkânsız üçleme diye bir kural vardır. Sermaye hareketleri serbestken ve dalgalı kur rejimine geçilmişken, bağımsız bir para politikası izleyebiliyorsunuz. Yani faizleri kontrol edebiliyor, ancak kuru kontrol edemiyorsunuz. İmkânsız üçleme lafı buradan geliyor. Bu yüzden AKP’nin sermaye hareketleri serbestken hem kuru hem faizi aynı anda belirlemeye çalışması beyhude bir çabadır. Dolayısıyla, solun yeni bir anlayışla çizeceği ekonomi stratejisinde, yapılması gereken ilk iş sermaye hareketlerinin kontrol edilmesidir. Eğer sermaye hareketleri kontrol altına alınabilirse; o zaman devalüasyon yapılabilir, sabit kura geçilebilir ve ihracatınızda bu avantajlardan yararlanabilirsiniz. Daha da önemli olanı sermayenin ülke dışına çıkmasını önleyebilirsiniz. Şu anda ülke dışına çok önemli miktarlarda servet aktarımı var. Ayrıca çok uluslu şirketlerin transfer fiyatlaması politikasıyla buradaki olağanüstü kârlarını yurtdışına transfer ederek, kurumlar vergisini düşük ödemesi de söz konusu ve şu anda servet vergisi de nominal değil. Sol bir iktidarın nominal değil reel bir servet vergilendirmesi yapması gereklidir. Nominal vergi çok küçük ve hissedilir bir şey değildir. Servet üzerinden elde edilen gelirlerden alınır. Oysa reel servet vergisi, servette bir erimeye de neden olabilir. Çünkü zaman içerisinde o vergilerin ödenebilmesi için, servetlerin bir kısmının eritilmesi gerekir. Gerçek anlamda servet vergisi budur ve sol bir iktidar bunu hedeflemelidir. İşte bu yeni rejime geçerek, sermaye hareketlerini kontrol altına alarak, Tobin vergisi dediğimiz finansal işlemlerin vergilendirilerek; göreli olarak iç tasarruflara dayalı, kendi gücüne dayanan bir ekonomi inşa etmek mümkün. Bu ancak planlı bir ekonomiyle yapılabilir.
KATILIMCI BÜTÇE
Planlı ekonomi için elbette bir geçiş dönemi gerekiyor. Çünkü mevcut IMF-Dünya Bankası güdümünde gelinen ekonomi modeli DPT’yi tasfiye etti. Hatta planlama sürecini tasfiye etmeye, bu örgütü tasfiye etmeden önce başlattı. Daha sonra fiili bir durumla DPT dağıtıldı. İlk olarak, sol bir iktidar yeniden bir planlama örgütünü ve hatta planlamanın altyapısını da inşa etmeli. Çünkü mevcut mevzuat buna müsait değil. Anayasa’da yazılı bir mevzuat var ama bunun da yeniden oluşturulması gerekmektedir. Bu yapılırken, bölgesel dengelere de dikkat edilmelidir. Yani eskisi gibi merkezden değil, yerel inisiyatifleri de dikkate alan, yerel aktörleri de işin içine katan, karar mekanizmalarında onların da söz sahibi olduğu katılımcı -burası çok önemli- bir planlama yapılması gerekmektedir. Elbette katılımcı planlama denince bütçesi de katılımcı olmalıdır. Katılımcı bütçe nedir? Bütün demokratik kitle örgütleri, meslek örgütleri, sendikaların katılımıyla bir bütçe oluşturulmasıdır. Aynı zamanda Meclis’in bütçe hakkını yeniden sahiplenmek de gerekiyor. Sınıf mücadeleleri sonucunda 1215’de Magna Carta ile hayata geçmiş olan bütçe hakkı bugün yerle bir edilmiştir. Anayasal düzenleme ile resmen, fiilen ortadan kaldırılmıştır. Solun buna müdahil olması için, yeniden katılımcı bir bütçe anlayışıyla bütün toplumun örgütlü kesimlerinin sürece dahil olması gerekmektedir.
Mesela varlık fonu ve savunma sanayi fonu kapatılmalıdır. Çünkü bunlar paralel bütçe konumunda yapılanmalardır. Özellikle savunma sanayi bütçe fonu maalesef kamusal tercihlerin dışında, savunmaya olağanüstü bir kaynak ayırmaktadır. Oysa biz bu kaynakları, savunma sanayi fonunu tasfiye ederek; eğitim, sağlık gibi toplumsal refahı artıracak yerlere tahsis edebiliriz. Bütçe teknik bir metin değildir. Bütçe, Magna Carta’dan itibaren siyasi bir metindir. Halkın bütçe hakkına sahip çıkması durumunda savunmaya gidecek olan kaynaklar, son derece düşük bir düzeye indirilebilir. İşaret ettiğim bütçe planlaması ulusal çaptadır. Fakat bunun uluslararası ayağı da sağlanmalı ve uluslararası düzeyde enternasyonal dayanışmayı unutmadan, emekçilerin birlikteliği için ulusal düzeyde bu programı geliştirmeliyiz.
Ayrıca bütçe, mutlaka toplumsal cinsiyete ve çevreye duyarlı bir şekilde planlanmalıdır. Fosil yakıtlara bağlı bir büyüme planlanmamalıdır. Sosyalistler, çevreyi ve diğer canlıları da merkeze alan bir büyümeyi hedefler. Bu büyümenin de temelini KİT’ler oluşturacaktır.
KAMUCU-PLANLAMACI EKONOMİ MODELİ
İlk olarak, özelleştirilen KİT’ler kamulaştırılmalıdır. Bugün gözlemleyebiliyoruz ki, eğer regülasyonu sağlayan kurumlar olsaydı, kooperatiflerle birlikte çok önemli işler yapılabilecekti ve tanzim satış noktalarının önündeki kuyruklar yaşanmayacaktı. İkincisi, var olan KİT›ler de bu yeni planın bir parçası olmalıdır. KİT’lerin en geniş anlamda kamu yararını güden, emekçileri demokratik bir şekilde hem üretime hem de yönetime katan bir anlayışla tekrar işler hale getirmek gereklidir. Üçüncüsü kapatılan tarımsal KİT›ler yeniden açılmalıdır. Ancak bunların yönetiminde köy kooperatifleri olmalıdır. Yeni köy kooperatifleri de oluşturulmalı ve köylerin ciddi şekilde örgütlenmesi sağlanmalıdır. Tüm feodal yapılardan arındırılmalı -belki yeni bir toprak reformuyla-, örgütlü bir köy toplumu oluşturulmalıdır. Ayrıca bu köylerin örgütlerinin de tarımsal KİT›lerde söz sahibi olduğu, üreticilerin sözünün dinlendiği, denetiminin olduğu bir yapı kurulması gerekmektedir. Bu KİT›lerin yerel düzeyde de mutlaka çevreci örgütlerle, kadın örgütleriyle denetim güçleriyle denetlenmesi lazım. Bu sadece Sayıştay›a bırakılamaz. Sayıştay devlet adına denetim yapar ama kamusal/toplumsal denetim daha kapsamlı bir denetimdir. Halkın örgütlü kesimlerinin işin içinde olduğu bir denetimde Rize›nin yaylalarına HES›ler inşa edilemez. Mesela, İkizdere’de taşocakları yapılamaz. Eğer halkın örgütlü kesimlerinin katılımı sağlanırsa, Ankara’da birkaç kişi oturup HES’lerin, taşocaklarının yapımına karar veremez.
Ayrıca yeni KİT’ler oluşturulmalıdır. Artık sanayi 4.0 dönemindeyiz. Türkiye burjuvazisi burada sınıfta kalmıştır. Türkiye burjuvazisi bu konu hakkında raporlar üretiyor ancak fiili hiçbir şey yapmıyor. Emeğin de haklarının gözetildiği, kapitalist sanayi 4.0’dan farklı, emekçilerin ciddi anlamda katılımının olduğu, üretken emeğinin devreye sokulduğu ve insan onuruna yakışır istihdamın olduğu, kamunun insanların istihdamından sorumlu olduğu bir model yaratmalıyız. Mesela bugünkü modelde kamu kâğıt üzerinde sorumlu ama fiiliyatta kamunun hiçbir sorumluluğu yok. Bu sorumluluğu kamusal düzeyde alan, yeni bir siyaset anlayışıyla bu yapılmalıdır.
Prof. Dr. Aziz Konukman’ın 8 Mayıs 2021 tarihinde SOL Parti’nin düzenlediği Bağımsızlık Konferansı’ndaki konuşmasından yazıya aktarılmıştır.