Her yurttaş eleştirel referanslara sahip olmayabilir, ancak, ‘kolektif iradenin kadim normlarına’ sahiptir, farkında olmayabilir. Bireylerin ve toplumun özgürlüğü ve esenliği hakkında norm oluşturmaya çalışan politik-felsefenin yola çıktığı ve kalıcı kılmak istediği noktalardan biri burasıdır

‘Bakiye iyinin’ gizli hukuku

“Halk adalete inanmaz hale geldiğinde rejim mahkûm olmuş demektir.”
Montesquieu


Baştan belirteyim, hukukçu falan değilim. Kaldı ki okuyacağınız yazı bu tür bir vasfa uzaklığı ölçüsünde anlam ifade edecektir.
İnsanlığın bozulmadan kalmadığı malum; lakin, bizi bugünlere getiren ‘bakiye bir iyiliği’ bünyesinde barındırdığı da kesin. ‘İyiliğin’ göreceli oluşu, ortak bir iyilik algısının oluşturulamayacağı anlamına gelmez. Bunun mümkün olduğunun bilgisini bize toplumdaki ‘bakiye iyinin’ varlığı verir, zira herkese az ya da çok bulaşmıştır.

Onca kötülüğe rağmen hayatı terk etmeyen bahse konu iyilik, beklemediğimiz bir anda ortaya çıkıverir. “İnsanlık ölmemiş!” deriz. Adeta ortak bir konsensüsle korunan doğal yasaları, kendiliğinden işleyişi ve otomatik hükümleri vardır. Hukukta ‘genel irade’ kuramına karşılık gelen Rousseau’nun ‘Toplum Sözleşmesi’ni akla getirmekle birlikte, daha çok Spinoza’nın ‘doğal etiğini’ çağrıştırdığından kâh görünür, kâh gizlenir. Doğası gereği varlığını devam ettirmek isteyen insanoğlunun ‘gizli hukuku’ da denebilir. Başka varlıkların haklarını gaspetmeden gösterilen bütün çabaların toplamı toplumdaki bakiye iyinin de karşılığıdır.
Kapitalizm, bakiye iyiyi şişirip kendi yapısına ve yasalarına uygun hale getirmeye çalışsa da özünden bir parça değişmeden kalır. Kötünün ve tükenişin tek başlarına var olmalarının olanağını ortadan kaldıran bir parçadır bu.

‘Yok ederek var olmak’ kapitalizme, kapitalistlere içkindir. Bununla birlikte her kapitalist, yok edeceği şeyler tükenmeye yüz tuttuğunda mecburen frene basar. Varlığı birilerinin yaşamasına bağlıdır çünkü. Yapay zekâlı robotlar tek başlarına kapitalistleri kurtaramaz. Üretim maliyetlerini düşürseler de ‘artı değer’ üretemezler, en kötüsü müşteri değildirler. Ayrıca değer ve iyilik üretmek insana mahsustur; değerin ve iyinin yegâne üretici öznesi insandır. Velhasıl kapitalizm ömrünü uzatabilmek için kendi yarattığı mevcut yapıyı (statüko) optimize eder durur; türlü reformları ve revizyonları devreye sokar. İdeologları, ekonomistleri, siyaset bilimcileri vs canla başla yeni tezler üretirler. Disiplinin ve kontrolün güvencesi olan ‘eğitim ve hukuk sistemi’ her defasında elden geçirilir; iş, ‘eğitim ve hukuk yoluyla’ iyinin derinleştirilmesine ve genişletilmesine gelince ‘error’ verirler.
• • •

Her yurttaş eleştirel referanslara sahip olmayabilir, ancak, ‘kolektif iradenin kadim normlarına’ sahiptir, farkında olmayabilir. Bireylerin ve toplumun özgürlüğü ve esenliği hakkında norm oluşturmaya çalışan politik-felsefenin yola çıktığı ve kalıcı kılmak istediği noktalardan biri burasıdır. Bunun için öncelikli uğraşı, toplumun bağrındaki ‘bakiye iyiyle’ bireyin arasına giren engelleri deşifre etmek, her türlü otoriteyi ve olguyu sorgulamaktır. Bu bağlamda kapitalizmi sorgulamak, kendisini var eden altyapı ilişkilerini ve üstyapı kurumlarını sorgulamaktır. (Mevcut haliyle) hukuk o kurumların başında gelir.

Ortalama bir yurttaşa ‘delil nedir?’ diye sorulduğunda şu minvalde bir cevap vermesi beklenebilir: ‘Delil, aranılan ya da iddia edilen gerçeğe ulaşılmasını sağlayan emaredir’. Aynı soruyu bir hukukçuya sorduğunuzdaysa alacağınız cevap şöyle olacaktır: ‘Adli veya idari bir soruşturmada ilgili makamın –bir olayın aydınlatılmasına katkısı olabileceği düşüncesiyle- dikkate aldığı her türlü unsurdur’.

Tanımdaki ‘her türlü unsurdur’ ifadesi, bilinmeyenin ortaya çıkarılmasında işleri kolaylaştırırken, kimi zaman ‘at iziyle it izinin’ karışmasına, kafaların bulanmasına, en kötüsü vicdanların kararmasına neden olabilir. Bu handikaplı duruma delillerin karartılması ihtimalini de eklersek, hukukun işinin o kadar kolay olmadığını anlarız. Bu yüzden hüküm vermek her babayiğidin harcı değildir. Gelin görün ki, binlerce masum insan sözde hukuk adına senelerce haksız yere hapis yatmış, hala da yatmaktadır.

Hukukun açmazları delil kavramına yönelik olumsuzluklardan kaynaklanmaz sadece; işin bir de yapısal tarafı var. Yasaların kimler tarafından yapıldığı, yargı ve yürütmeyle ilgili süreçlerin kimler tarafından hangi koşullarda yönetildiği ‘genel açmazın’ büyüklüğünü belirlerken, adaletin hangi merciiden nasıl talep edileceği meselesi de önümüzde durmaktadır.

Fransız düşünür Bergson, her insanın ‘olumlu amaçlara yönelik güdüler’ taşıdığından, yurttaşı Rousseau da ‘insanın özündeki iyilikten’ söz eder. Bu ve benzeri tespitler mevcut hukuka ne oranda nüfuz etmiştir bilemeyiz. Lakin toplumdaki üretim ilişkilerinin –hukuk başta- bütün bir üstyapıyı etkilediğini Marx’tan beri biliyoruz. İşin kötüsü, iyi niyetli iktidarlar da bu gerçeğin önüne geçemeyebilir. Zira her iktidar kendisini var eden toplumsal ilişkilerin sürmesi için hukuka ve hukukçulara form vermeye meyillidir, özellikle baskıcı iktidarların fıtratı bunu gerektirir.

Delil kavramına dönecek olursak: Sözgelimi, ses kayıtlarının delilden sayılması için maddi delillerle desteklenmesi gerekiyor; üçüncü şahısların tanıklığına başvurmak, varsa resmi evrakları ya da görselleri devreye sokmak gibi. Az önce de belirttik: Bütün deliller karartılabilir; yani yok edilebilir, saklanabilir, değiştirilebilir. Düğümün çözümünde ilgili makamlara hız kazandırması beklenen ‘her türlü unsur’ birer engel olup çıkabilir, hatta kendileri suç unsuruna dönüşebilirler.

Hukukun iyi-kötü işlemesi için ‘açmazlarına’ takılmamak; yasayapıcıların, yasaları uygulayanların ve hüküm verenlerin her şartta adil olduklarını varsaymak mı gerekir? İyi-kötü çalışan bir hukuk sistemine herkes her zaman ihtiyaç duyacağına göre...

Aksi halde, ya tanrısal adaletten, ya tanrının yeryüzündeki temsilcisi bir hükümdarın adaletinden, ya da, tanrının ve hükümdarın kurumsal uzantısından başka şey olmayan baskıcı bir devletin adaletinden medet ummak durumunda kalmaz mıyız?

Yukarıda belirtilen adalet seçeneklerini işine geldiği gibi “sekülerize” etmiş; alt metinlerinde insanın özündeki iyilik yerine malum adalet temalarını kollayan bir hukuk sistemi, toplumun pragmatik (çıkarcı) akılları tarafından kabul görse de, ‘bakiye iyide’ kalmayı tercih eden kurucu akılları ikna etmede yetersiz kalabilir. Hal böyleyken mevcut durumun da gerisine düşmemek için ne yapmak gerekir?

Ne yazık ki reel-politiğin bulanık sularına açılmaktan söz ediyoruz. Rüzgârı ardımıza alıp ilerlemek için sistemik politikacıların peşine takılmak zorunda değiliz. Bu bir çelişki değil. Malum sularda iktidar adasını hedefleyenlerin rotasına girmek, çözmeye çalıştığımız hukuki açmazları ve sistemik hukuku pekiştirmek gibi çok daha derin çelişkilerin doğmasına neden olabiliyor.

Basitçe, bir yurttaşın kendi yurttaşlık bilincine sahip çıkmasından; aklıyla vicdanını devreye sokarak kapitalizmin optimizasyon politikalarına tavır koymasından söz ediyoruz. Bunun için Bergson’u, Rousseau’yu, Marx’ı ve daha yüzlerce değeri yalayıp yutmak gerekmiyor. Onlar -sevilseler de sevilmeseler de- Çinli bir işçinin, Amerikalı bir üniversite öğrencisinin, Avrupalı bir sanatçının, Hindistanlı bir köylünün veya Türkiyeli bir ev kadınının maddi varoluşunda zaten varlar.

Gelinen noktada ortalama yurttaşlık bilinci iki şeyi zorunlu kılıyor: 1) Güvenilir bir hukuk sistemi için toplumun üretim ilişkilerini yeniden düzenlemek, daha doğrusu bunun için mücadele etmek. 2) Yasa yapıcılar, yasaları uygulayanlar ve hüküm verenler arasında çıkar bağlarının olmadığı bir kuvvetler ayrılığı sisteminde ayak diremek.

Deliller konusuna son kez dönelim: Normal şartlarda, üzerinde kurum logosunun, bölüm kaşesinin ve yetkili imzalarının olduğu resmi evraklar birinci derece delil kabul edilirler. Normal olmayan şartlarda ise bu tür belgeler delilden sayılmazken, çok daha derme çatma olanları delil muamelesi görürler. ‘Tape’ diye adalandırılan ses kayıtlarına gelince; tek başlarına delilden sayılmamaları yurttaşlar üzerinde yarattıkları psikolojik etkiyi azaltmaz. Her gün sesini duyduğunuz insanların kapalı kapılar ardında yaptıkları “usulsüz konuşmalar” yasalar nezdinde itibarlı pek çok delilden daha etkileyici olabilir. Etkileyici değilmiş gibi görünmelerinin nedeni siyasi atmosferden kaynaklanan algı kapanmaları ve sapmalarıdır.

Siyasal iktidara destek verenler, tapelerden ve resmi evraklardan etkilenmemiş görünebilirler. ‘Liderleriyle ve partileriyle kurdukları bağ –madden beslenenler hariç- büyük ölçüde duygusal saiklere dayandığından normaldir’ diyelim. Normal bir yurttaştan beklenmeyen bu bağlanma biçimi, hayalkırıklıklarının üstesinden gelebilmek için türlü savunma mekanizmalarının devreye girmesine, sözgelimi, üç maymunu oynamaya neden olur. Bir olumsuzluğu idrak etmek incitiyorsa irade devreyi terk eder, ancak, empatinin de bir sınırı mevcuttur.

Bağlanmanın köken nedenleri bireysel ve toplumsal psikolojinin alanına girmekle birlikte –malumunuz- ideolojik ve politik beklentiler de var. Bir ayağı bilinçdışının, öbür ayağı (yarı)bilincin zeminine basan bu ilişki biçiminde seçmen, büyük yolsuzluklar, maddi-manevi suistimaller, gayri ahlaki tutum ve davranışlar, ideolojik-politik hedeflerin dışına çıkmalar ya da tamamen terk etmeler türünden nahoş durumlar karşısında ‘tamam mı devam mı’ sorusunu ‘er ya da geç’ sorar. Zira toplumsal yaşamda barındığını “var saydığımız” gizli hukukun kuralları içten içe çalışır, ortak varoluşun sürmesi için çalışmak durumundadır. Şayet malum ses kayıtları gerçekseler, bir gün kendi maddi delilleriyle muhakkak buluşurlar.