1963 yılında yapılan Susuz Yaz Türkiye’de zor koşullarda seyirciyle buluşmuştu. Filmin Berlin Film Festivaline katılması ise netameli

1963 yılında yapılan Susuz Yaz Türkiye’de zor koşullarda seyirciyle buluşmuştu. Filmin Berlin Film Festivaline katılması ise netameli olmuştu, yurtdışında yarışması ve gösterilmesi için izin alınamıyordu. Başrol oyuncusu bir bavulda filmi dışarı çıkardı. Sıradan bir gösterim yapmıştı Susuz Yaz, hemen kimsenin dikkatini çekmemiş, seyirci çok yüz vermemişti. Berlin’deki yarışmada ise iki film favori gösteriliyordu. Üçüncü Dünya sinemasının öne çıktığı yıllardı. Jüri kararsız kalmıştı, ikisine de vermedi ödülü ve Susuz Yaz büyük bir sürpriz yaparak en iyi film ödülünü kazandı. İkinci kez gösterime sokuldu, Türkiye’de bir tartışma başladı, şimdi bir fenomene dönüşmüştü. Türkiye genelinde tam 6 ay kapalı gişe oynadı. Ama filmin yurtdışı gösterimi biraz komik oluyordu: başrol oyuncusu –ki yapıma da para koymuştu- filmin kopyasını Avrupa’da değişik ülkelerde gösterime sokuyordu, yönetmen ise bunları takip edemiyor, Avrupa’dan gelen insanlardan haber almaya çalışıyordu. Eser Necati Cumali’nindi, haklarını Metin Erksan’ın da avukatı olan Rekin Teksoy aracılığı ile almıştı, Cumali ile Teksoy akrabaydılar. Bugüne kadar telif hakkı ödenmedi. Filmin ikinci gösteriminde patlaması üzerine, Türkiye’de Keramet Ayıdaymış diye çok haber yapıldı. Sektör bir türlü Altın Ayıyı kabullenemedi.
Erksan Altın Ayıyı kazanmanın onurundan daha çok, sektör içinde kıskanılmanın ve haset beslenmenin eziyetini gördü. Bu ödülden bir yıl sonra olmak üzere birkaç yıl hemen hiç yönetmenlik teklifi almaz oldu.
Berlin’de ikinci Altın Ayı Türkiye’ye tam 46 yıl sonra geldi. Kronolojik olarak tersine giden üçlemenin ilkinde ya da sonuncusunda, bir çocuğun iç dünyasına odaklanan öyküsünde derin anlamlarını buldu. Mekân artık Ege’den Doğu Karadeniz’e Çamlıhemşin’e değişmişti.
Bal filminin ödül hikâyesi de biraz Susuz Yaz’a benzedi. Filmin Berlin’de yarışma bölümünde yer aldığı andan itibaren sektör içi ve eleştirmenler arasında bir tartışma ve bir söylenti dolaşmaya başladı. Genelde olumsuz bir tınısı vardı söylentilerin.
Filmin kurgucusu Ayhan Ergürsel yakın arkadaşımdır. Geçen Temmuzdan beri haftada 4-5 kez yürüyüşlere çıkıyoruz Kadıköy sahillerinde. Bütün süreçlerde yol arkadaşlığı ve fikir yoldaşlığı yaptık. Nedense Ekim ayına geldiğimizde (filmin kaba kurgusu yapılıyordu) ben eğer Cannes değil de Berlin’e giderse daha iyi olacağını ve büyük olasılıkla Altın Ayıyı kazanacağını söylemeye başladım. Ayhan ağabeyde katılıyordu buna. Yaklaşık üç aylık kurgusundan sonra filmin Almanya yolculuğu başladığında, ben şutumu attım mesafe uzun gol sonra gelecek, hakemin sayıp saymayacağını bilemem, olay FİFA’lık olabilir diyordu.
Jüriye bakıp da Werner Herzog’u görünce, şaşırdım, bundan iyisi can sağlığıydı, Herzog’un çocukluğu ile bu filmin anlatısı büyük bir yakınlık gösteriyordu. Dahası Herzog bir yandan Üçüncü Dünyaya öte yandan ise doğaya büyük bir yakınlık duyan bir yönetmen. Kendi kariyerinin teması ise büyük oranda gelişmiş batılı ile Üçüncü Dünyalının karşılaştığı anlar üzerine kuruludur.
Ödül törenini internetten izledim, büyük ödüle doğru diğer filmler ödül aldıkça tebessüm etmeye başladım, büyük ödül Türkiye’ye geliyordu hissine kapıldım, yanılmamışım. Ayhan abiye müjdeyi ben verdim telefonla.
Şimdi ilk iki filmden ve Bal’dan hareketle bir dizi filmi küçük gören söylemin ortaya çıkmasını, Uykudan Önce serisinin devamı olarak filmi nitelendirmeyi bir gelenek hale getirdiğimiz görülüyor. Ama sevgili dostlar, gerek Avrupa’dan gerekse Amerika’dan sürüsüne bereket aptallık ve bayağılık kopan aksiyon ritim ve teknik kokan bir sürü aptallığın arasında, sinemanın yeniden insana, insanın iç dünyasına, yaşamın olağan akışı içinde yaşamın belli ölçülerde daha derin duyulardan yola açan dingin anlatılara yönelmek Yeni Türkiye Sinemasının karakteristik bir özelliği değil midir? Asıl önemli olan da bu anlatıları büyük oranda geçmişin büyük Avrupalı yönetmenleri yaklaşık çeyrek yüzyıl anlatmadı mı? Dolayısıyla her türlü aşırı aksiyon ve kurgu kokan yapay filmlere karşı, yaşamı ve insanın iç dünyasını savunmak bir tür Doğunun gerçek anlatılarını temsil etmiyor mu?
Bu açıdan yaklaştığımızda, ben üçlemeyi pek çok Yeni Türkiye Sineması örnekleriyle birlikte gerçek sanat sinemasının örneklerinden sayıyorum. Eğer üçleme üzerinde durursak, ilki ve sonuncusu derinlikleri ve güzellikleri ile öne çıkarken ortasının yani Süt’ün büyük ölçüde zayıf kaldığını görüyoruz. Ama bu da düşündürücü ve öğretici değil midir? Çünkü ilkini ve sonuncusu bu topraklardan kurgusu yapılmış ve ortadakine ise Fransız makası değmemiş midir? Dolayısıyla asıl anlatıcı olan zamanın içindeki yenik bir karakterin iç dünyasına eğilinirken ortadakinin makası manevi ve dingin olanın yerine batılı bir matematiksel söylem yaratmamış mıdır?
Dolayısıyla insana hayatın karmaşası ve hengamesi içinde, yaşam üzerine, ideallerimiz ve arzularımız üzerine, yaşamımızı güzelleştirme ve estetik kimliğimizi bulma üzerine, gündelik hayatın sıradanlaştırıcı boğuşması içinde kaybolmamak üzere bir konuşmayı uyku getirici olarak niteleyenler, belirli anlamlarda anlamdan/iç dünyadan/ideallerden/zaaflarımızdan kaçan sinik bir söylemin taşıyıcıları olarak görülemez mi? Aksiyonun bayağılığına kapılan, sanat sinemasını sıkıcı hatta boğucu olarak gören, bunun yerine bir Amerikan filminin bayağıca ve değersizce diyaloglarına ve koşturmacasına meraklı bir kesimin dışında, insanı olabildiğince olduğu gibi görmeye çalışan eserlere yönelmek, hayattan kaçmak değil, ona çıplak bir gözle bakmaktır. Bu nedenle Bal, bir anlamda kendi kimliğimizin tartışıldığı bir cangıl içindeki “öteki”nin hikâyesine dönüşüyor. Ticari sinemasının ve batının yaptıkları rollerde taktıkları maskelerle insanın gerçek yüzünü bilinmez kıldığı mecralarda, az sayıda insanın “insan nedir, insanın gerçek yüzü nedir, büyük başarılar değil, kendi duyumsamalarım daha önemli değil midir”? Rolümü değil çıplak tenimin rengini daha çok önemsiyorum diyen insanların sevebileceği bir film. Yüceltmek ve inanılmaz başarılar kazanan değil, bir çocuğun, okumayı sökmek için çabalayan, belki de kıskanan, okuma gerilimi ve arkadaşlarından geri kalma korkusuyla kekeleyen bir çocuğun, ekmeğini kazanırken ormanda hayatını yitiren bir babanın, bunun yasını yaşayan annenin ve çocuğun hikayesi –ne mutlu ki- hala Kill Bill saçmalıklarından çok daha fazla belirli insanları ilgilendiriyor. Hatta bu insanlar yeni Türkiye Sinemasının örneklerini seyrederken uyumayı değil, hayat üzerine düşünmenin, dünyadaki kardeşleriyle belirli duyguları paylaşmanın, tefekküre dalmanın, belki de kokuşmuşluğa karşı bir mücadele çağrısının yanıtlayıcıları oluyor. Kendi kendimize karşı yalan söylemeden ve rol yapmadan, diğer insanlarla hala teniyle temas edebilen insanların benliklerini bulma çabasını, hengame içinde kaybolmaya pek meraklı insanlarla paylaşmak o kadar kolay olmasa gerek.
Bal, Pandora’nın Kutusu, Sonbahar, Bornova Bornova, Üç Maymun, İki Dil Bir Bavul… derken, hayatın öteki yüzünü Avrupalıdan hele özellikle Amerikalıdan çok daha iyi anlatan filmler serisi devam ediyor. Tam bu anda, yani çıkışın doruğunda uluslar arası ödüllerimiz de devam ediyor: Üstelik Ortadoğu’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Amerika’ya kadar dağılan geniş bir coğrafyadan ödüller alıyoruz: Yeni Sinema Hareketi bu mirastan besleniyor, Amerikalıya benzemeyi birinci hedef olarak görmeyenler, “ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum” diyenlerin hareketi olarak, bir anlamda kendi benliğimizi bulma sürecimizin bir parçası olarak.