Veysel Güney, 28. Aralık 1980 tarihinde ölümcül yaralı olarak yakalandı. 6 Şubat 1981’de ilk duruşması yapıldı. 17.Şubat.1981’de

Veysel Güney, 28. Aralık 1980 tarihinde ölümcül yaralı olarak yakalandı. 6 Şubat 1981’de ilk duruşması yapıldı.
17.Şubat.1981’de ikinci duruşması yapıldı. İkinci duruşmada idama mahkum oldu. Ne avukat, ne savunma.
Veysel, ikinci duruşmadan birgün önce savunma hakkını kullanmak için dilekçe verdi. Bu dilekçe, idama mahkum olduktan iki gün sonra dosyaya girdi.
Veysel, hakkında verilen idam kararını, el yazısı ile, bir sayfalık bir dilekçe ve “itiraz ediyorum” diyerek 18 Şubat’ta temyiz etti.
Veysel’in hakkındaki karar 21 Nisan 1981 tarihinde, yani iki ay sonra Askeri Yargıtay tarafından “düzeltilerek” onandı.
Cunta, ölüm cezasını 8 Haziran1981 tarihli yasa ile “yasal” hale getirdi. Bu yasa 9 Haziran’da yayımlandı.
Veysel, 10 Haziran 1981 tarihinde, gece 03.15 de asılarak katledilmiştir. Yakalanması ile idamı arasındaki süre beş buçuk aydır.
Cunta Veysel’in bedenini çalmıştır. Hâlâ da çalma suçu sürmektedir.
Veysel, darağacına giderken yazdığı mektupta “Ben hiç bir şahsi çıkarımı gözetmeden ve ülkemin bağımsızlığı ve halkımın kurtuluşu için doğru bildiğim yolda inanarak mücadele ettim...” demiş ve bir dörtlük eklemiştir.; “Mezarımı yol kenarına kazın/ Üzerine devrim şehidi yazın/ Başına yumruklu yıldız kazın/ Gidiyorum ölümsüzlüğe hoşçakalın.” Bu mektup da gizlenmiştir.
Adını bilmediğimiz bir ülkenin meçhul başbakanı, yoldaşlarımızı diline doladı. 12 Eylül cuntasının darbesini, Anayasasını aklamak için, ucuz politikalarla, asılanları bir daha asıyorlar. İşkenceleri bir daha yapıyorlar.
Bizim Başbakan o meçhul ülke başbakanı görüntülerine baksın. Ya da aynaya.. Önce kendine ağlasın; eğer ağlanacaksa...
Sonra, sekiz yıldır iktidarda olup, otuz yıldır bedeni çalınmış bir devrimci için kıpırdamadığı günlerini saysın.
Televizyondaki duyarlı ve ağlak başbakan, bizim ülkede olsaydı son sekiz yıldır, bulurdu Veysel’in çalınmış bedenini...
Veysel’in bedenini bulmak için önce dosyasını bulmak istedik. Genelkurmay’a yazdık. Sonuç alamadık. “Olağanüstü dönemin hukukunun” geçerli olduğu “sıkıyönetim dönemi” anlayışı hala geçerli mi, diye sorduk. Savunma sınırını aştın deyip, Genelkurmay Baro’ya şikayet etti. O zamanlar Başbakan, Genelkurmay Başkanı ile toplantıları nedeniyle meşgul olduğundan, ağlamaya başlamıştı.
Kendi gerçeklerini, yani 82 Anayasası’nı ehlileştirme, temizleme niyetli “evet” kampanyalı gerçeklerini “ben-gerçekçilikle” sunuyorlar. Gerçeğin yerine kendi tek gerçeklerini koyuyorlar. 12 Eylül’le gerçek hesaplaşma olmayan bu “hesaplaşma”, gerçek hesaplaşmaların da önünü kesen, bir subap ve tampon olma sonucunu yaratacaktır.  Böylesi ince bir hesap içindeler.
Biz doğrularımızdan eminiz. Statükoların, düzenin, sistemin Başbakanı ile doğrumuz aynı olamaz. Bizim doğrumuz onların yanlışıdır. Yanlışı bize mutlak doğru diye satmaya kalkıyorlar.
Hesaplaşma, bu ülkenin kırk yıllık politik pratiğinde, en basitinden “devr-i sabık yaratmak” ile olur; bildikleri dil ile konuşmak gerekirse. Bunu bile yapmadılar.
Her şey bir yana, yitirilen, çalınan bir beden “sembolik” ehlileştirmelerle yerine konamaz.
Veysel yaşasaydı, muhalif bir hayatla Başbakan’ın karşısına çıksaydı; “Kışkırtıcı bu, araştırdık.” diyecekti Başbakan. Hep dediği gibi. Bir karikatür çizseydi, derhal tazminat davaları açacaktı. Gazeteci olup “Başbakan’ın eşine alışverişte özel muamele” haberi yazsaydı, bu kez eşi de boş durmayıp dava açacaktı. Bu denli “mükemmel demokrasi kahramanı” Başbakan, 12 Eylül faşizminin Anayasası’nı ortadan kaldırma yalanına inanmamızı istiyor. Ve bazıları da ne acıdır ki buna inanıyor.
Veysel’in kayıp bedeni, kayıp kemikleri sızlıyor.
Haftanın sözü; “... Babacığım ben ölüme seve seve gidiyorum, bir namussuzluk ve bir şerefsizlik yapmadım. Onun için hiç üzülmeniz gerekmez...” (Veysel’in mektubundan”