Bir zamanlar Beyoğlu’da
Hafta içi çalıştıkları şirketlerde huzur bulamayan iki yeni yetme beyaz yakalı cuma akşamıyla birlikte kravatlarını çıkarıp aslında oldukları kişiye dönüyorlar. Uyandıkları uykunun sersemliğiyle Beyoğlu’na atıyorlar kendilerini. Sinema salonları, rock barlar, ucuz lokantalar ve ikinci sınıf oteller ağırlıyor onları.
FERHAT ULUDERE
Resül Efe’nin Edisyon Kitap etiketiyle yayımlanan ilk romanı 'Bir Sonraki Ölüme Kadar' 2000’li yılların başında Beyoğlu ve özellikle de İstiklal Caddesi’nin nabzını tutuyor. Müdavimlerinin uzun zaman önce terk ettiği cadde eski canlılığıyla Resül Efe’nin satırlarına yansıyor.
Türkiye işi bir alt kültür romanı 'Bir Sonraki Ölüme Kadar’ı Resül Efe ile konuştuk.
► Bir Sonraki Ölüme Kadar bir ilk kitap, öncelikle hem senin hem de kitabın hikâyesiyle başlayalım mı?
Okuma yazmayı öğrenmemle beraber kitaplardaki başkalarının hikâyelerine ortak olmaya başladım ve ben de hayalimdekileri, kurguladığım dünyaları o andan itibaren kağıda dökmeye başladım. Yıllarca bir küs bir barışık geçti yazma merakım. Tabii her zamanki gibi bu yazma merakım karın doyurmayacaktı, ailemin de bunu sürekli dile getirmesiyle profesyonel hayat dediğimiz o yaşam tarzı için elektroniği yani teknolojiyi seçtim ve hayatımı bu şekilde kazanmaya başladım. Zaman zaman sekteye uğrasa da yazmak yakamı bırakmıyordu. 2006'da yazılarımı da yayınladığım bir ‘blog’ kurdum şu aralar pek düzenli olmasa da yazmaya devam ediyorum. Artık yazmak benim de önüne geçemeyeceğim bir hisse dönüştüğünde Müjdat Gezen Sanat Merkezi Akşam Okuluna kaydoldum. Orada kendime sakladığım hikâyelerimi başkalarına sunma fırsatı buldum. 'Bir Sonraki Ölüme Kadar' bizim kuşağın hikâyesi. Hayatlarının bir kısmını Beyoğlu’da yaşamış, sorumluluk almaya çalışırken sorumsuzluğu elinden bırakmak istemeyen, hayaller kurarken, yüzleştikleri gerçek karşısında ondan vazgeçenlerin, o gücü kendilerinde bulamayanların hikâyesi. Her bir işe başlayanların ama iş ciddiye binip sorumluluk aldıklarında o sorumluluğun altına girmeyip kaçanların hikâyesi. Kitapta aynı karaktere sahip iki yakın arkadaşı görüyoruz. Hafta sonu boyunca kendileri olmaya çalışıp her şeyi o hafta sonunda bırakıp ailelerimiz tabiri ile her pazartesi 'maaşlı, sigortalı, temiz aile çocuğu' tanımlamalarına dönen iki arkadaşın 'o kötü çocuk hikâyesini' görüyoruz.
► Kitabın otobiyografik bir yanı olduğu da hemen göze çarpıyor. Ne kadarı gerçek bir hikâye var elimizde?
Kitaptaki tüm hayaller ve hayal kırıklıkları gerçek. O dönem Beyoğlu’da görebileceğiniz tüm karakterler de kitapta mevcut. Beyoğlu’nun da o dönem gerçek olduğunu düşünürsek, bu bağlamda kitabın büyük çoğunluğunun gerçek olduğunu söyleyebilirim. Bunların bazıları yaşananlar, bazıları ise kulak misafirliği bazıları ise kurgu.
► Kitap bir dönemin gençliğini de masaya yatırıyor aslında. Büyük beklentiler yaratan ama bir şey yapmaya gücü olmayan bir genç nesil.
Bizim dönemin gençliğinde beklenti çok yüksekti. Bir kargaşadan çıkılmış ve o kargaşa sonunda bayrağı öyle ya da böyle taşıyacak bir gençlik bekleniyordu. Ancak dönem itibariyle biz kendi keyfimize daha fazla önem veriyorduk. En basitinden toplumun benimsemediği müzikler dinlemeye başlamış ve kimsenin görmediği farklı tavırlar sergiliyorduk. Bunu da aslında kimseye hissettirmeden yapıyorduk. Ailemizin yanında ya da ciddiyet gerektiren bir yerde 'usturuplu' olurken, kapıyı kapatıp çıktığımız anda tamamen farklı biri oluyorduk. Tabii bu 'usturuplu' olma durumu beklentiyi çok yükseltti. Kapının ardındaysa biz o ciddiyetten yorulmuş, sadece yaşamayı eğlenmeyi seçen ve aslında hayattan çok fazla beklentisi olmayan bir nesil olarak kaldık.
► Bir kuşak romanı, yani bugün artık kırklı yaşlarına gelmiş bir kuşağın romanını yazmış biri olarak bugünü ya da bugünün gençliğini nasıl değerlendiriyorsun?
Bugünün dinamikleri çok farklı. Şu anda ne istediğini bilmeyen ve bilmemekle kalmayıp ne yapacağına dahi karar veremeyen bir gençlik var karşımızda. Belki bu bizim kuşağın da hatası. O kadar üzerine titremişiz ki karar verme mekanizmalarının gelişmesine yardımcı olmamışız. Sürekli yerlerine karar veren el üstünde tutulan bir toplumun bireyi olmuşlar ve ne yapacakları konusunda kafaları çok karışık. Bu karışıklığın üzerine değişen hayat dinamikleri, sosyal medya, toplumsal baskı da eklenince iş biraz çığırından çıkılmaz hal almış. Üzerlerine bindirdiğimiz baskılar karşısında kaçış yolu olarak sosyal medyayı vermişiz, olmamış antidepresanı dayamışız. Bu şekilde güvensiz toplum bireylerine/ gençliğe sebep olmuşuz. Dışarı çıkmayan, üstüne titrenen, sorumluluk verilmeyen bireyler yetiştirmişiz. Tabi onlar da bu güven çatısı altında o çatıyı bozmayan bireyler olarak araştırmayan, sormayan kişiler olarak çıkıyor karşımıza. Ben onlarda bir sorun görmüyorum. Sorun aslında bizim yarattığımız dünyada.
► Kitap iş hayatına sıkışmış insanların nefes almasını anlatıyor ve bir döneme ışık tutuyor, özellikle büro çalışanlarının yaşadığı bu travmayı nasıl özetlersin.
Gençsiniz ve enerjinizin çok olduğu zamanlar. O zamana kadar çalışmamışsınız bile. Yapacaklarınız var, hayalleriniz birikmiş ama siz sabah sekiz akşam altı kendinizi bir odaya kapatıyor ve konuşmak istemediğiniz, enerjinizi sömüren bir yerde gününüzün üçte birini harcıyorsunuz. Bazen bu süre artıyor çıkar çıkmaz eve girip uyumaktan başka bir şey düşünmüyorsunuz. Ertesi gün yine aynı şeyler ve ne yazık ki hayatınızın bundan sonrasının da bu şekilde geçeceğini öğreniyorsunuz. Çünkü paraya ihtiyacınız var. Bu psikolojiyle ne kadar sağlıklı bir insan olunur bilmiyorum. Şu an neyse, o dönemde sosyal medyanın şirketlerde yasak olduğunu hatırlıyorum. Bu durumda kaçacak nefes alacak neyiniz var? Aslında hiçbir şey. İşte bu sıkışmışlık içinde hayatta var olmaya çalışıyor, bu sıkılmışlıkla çocuk yetiştiriyoruz. Aslında kendimizi keşfetmeden sınırımızı çizmeden bir kalıba sığdırılıyoruz.
► 'Bir Sonraki Ölüme Kadar' bir Beyoğlu romanı, tabii bugünkü Beyoğlu’nu anlatmıyor. Bu semtin değişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Semt de insanlar gibi. Onu biz değiştiriyoruz, onun değiştiği yok aslında. Şu an Beyoğlu’na baktığımda bir kaybolmuşluk, bir boşluk görüyorum. İnsanlara baktığımda da aynısını görüyorum. Ve ne yazık ki o boşluk, semtin üzerine çöken o grilik artıyor insanların üzerinde arttığı gibi. Eski Beyoğlu’nu özlüyorum tabii ki. Sokaklarını, gürültüsünü, gecelerini, daha çok biz olduğumuz günleri, bizden biri olduğu günleri. Oysa şimdi çok yabancı. Bazen dünyanın bir başka ülkesi gibi geliyor bana. Ne acı ki onun bir zamanlar benim dünyam olduğunu hatırlamak canımı yakıyor. Bir semti, bir hayatı öldürmek çok kötü ama o bir yerde yine kendisini göstermeyi başarıyor. Sadece biraz beklemek gerekli.