BirGün ilk gününden bu yana “sol, demokrat bir gazete” olmanın yanında yorum kadar habere de öncelik veren “doğru dürüst” bir gazete olmayı hedefledi. Şimdi ise BirGün pek çok tanınmış gazeteci yetiştirmiş bir gazetecilik, habercilik okulu.

BirGün’ün ilk adımlarından anılar

Cüneyt Akman  - Ekonomist

Zaman ne çabuk geçiyor; dün elimize doğmuş bebek bugün 20 yaşında bir genç fidan. Umarım gelişerek, yenilenerek 100’ünü de devirir. 

Doğumdan, yaşamaktan bahsetmişken kayıplarımızı da hatırlamalı; hayatın acı da olsa diğer gerçeği… 

BirGün’ün ilk yazı işleri müdürü İbrahim Çeşmecioğlu… Yazı işleri müdürü olmanın ötesinde BirGün için o kadar çok şeyi temsil ediyordu ki… 

Reha Mağden… Bu ülke basınının usta ve tecrübeli kalemi… 

Nuh Köklü…. Her zaman insansever, her zaman nazik, hep biraz naif… 

Ve elbette Aydın Engin… En zor zamanlarda moralli, çözüm yaratıcı, esprili ve elbette çok tecrübeli… 

Anıları ve dirençleri yeni kuşaklara ışık olsun. 

** 

Benim “BirGün macerası”na atılmam, “İhtiyar”ın, Oğuzhan Müftüoğlu’nun yüzünden ya da sayesindedir. Tarih hafızam zayıftır; bizim neslin çoğu gibi, günlük tutma alışkanlığım da olmadığından, tam ne zamandı hatırlamıyorum. 2002 sonları veya 2003 başları olmalı. Müftüoğlu bir televizyon projesi için fikrimi sordu. Satış geliri olmayışı, reklam almanın muhtemel zorluğu ve ilk yatırım giderleri gibi sebeplerden, TV yerine bir gazetenin daha iyi fikir olduğunu söyledim –bugün olsa tersini söylerdim. Zaten daha önce de bir gazete projesi üzerinde çalışılmıştı ve gazete üzerinde karar kılındı. 

Gazete adı da bir süre tartışıldı. Bazılarımız geleneğe daha sıcak gelen “Demokrat” ismiyle çıkmasını önerdi – ben de onlardandım. Fakat “BirGün” önerisi geldi ve diyebilirim ki oybirliğiyle kabul gördü.  

Aslında BirGün projesi, 2004 Nisan’ında çıkmadan önce 2003’te başka bir adla bir internet sitesi olarak yayına başladı. Böylece gazete için yeterli kaynaklar toplanmadan önce de bir çalışma düzenine girmek, bir şeyler yapılabileceğini göstermek mümkün oldu. Şimdilerde birgun.net’in en başarılı internet sitelerinden biri olması tesadüf sayılmazsa, doğrudur. 

Sonrasında gazetenin belki de en kritik dönemi, doğum öncesi süreci başladı. Bu süreçte üç sorunumuz oldu.  

İlki solun bitmez tükenmez hastalığı olan yanlış rekabetçilik ve çelmeler. Mesela kimi sosyalist çevrelerden gelen “bunlar AB’den para aldı; emperyalizme destek için kurduruluyor o gazete” yazıları... Bugün ne kadar inanılmaz geliyor değil mi? Solun o günkü savrulmaları sırasında, içyüzü bilmeyenler için öyle gelmeyebiliyordu. Tabii gerçekle ilgisi yoktu ve gazete yayına başlayacağı günün birkaç gün öncesinde bile hâlâ ilk nüshanın kağıt parasını nereden bulacağımız belli değildi.  

İkinci problem “bu iş yapılamaz; biz yapamayız; sol başaramaz” yaklaşımıydı. O dönem BirGün’ün çekirdek çevresinde bile az sayılmazdı bu yaklaşım. Evvelce denenmiş ama başarılamamış bir gazete projesi, kurulmuş ama yürütülememiş bir radyo projesi de bu eğilimce kanıt sayılıyordu. Öyle yıpratıcı bir eğilimdi ki gazetenin ilk ayını doldurduğu gün sevinmiştik. “Kuramazsınız; kursanız da yaşatamazsınız…” diyenlere inat BirGün 20. yaşını gördü. 

Üçüncü problem bir cins mükemmeliyetçilikti. Projedeki tecrübeli gazetecilerden oluşan arkadaşlarımız haklı olarak müstakbel gazeteyi aynı zamanda mevcut medyaya yapısal/kurumsal özellikleri bakımından da bir alternatif olarak görüyorlardı. Mesela çalışan sayısı en az şu kadar olmalı, teknik imkânlar bu kadar olmalı, vb. Haklıydılar ama o zaman da işe başlamak için bir o kadar yüksek başlangıç parası gerekiyordu; bırakın işletme masrafları ve sürdürülebilirliği… Öyle olunca hafızam beni yanıltmıyorsa “1 trilyon TL (sıfırlar atılmadan önce) toplanmadan yayına geçilmesin” diye bir itiraz oldu. Yayın zamanı geldiğinde eldeki nakit bunun üçte biri bile değildi. O noktada ya proje ertelenecek yahut “ya herru, ya merru” deyip suya atlanacaktı. Çoğunluk ikinci yolu seçti ve BirGün ilk nüshasını yayımladı. Kanaatim erteleme seçilseydi gazetenin hiçbir zaman çıkmayacağıdır. 

Yayın zamanı yaklaşırken bir küçük “olay” daha yaşandı. Gazetenin niteliği, benim ve bazı başka arkadaşların zihninde popüler, çok satan bir gazete idi. Elbette bunun sol versiyonu… O dönem projenin önde gelenlerinden bir dostumuz röportajlarda müstakbel gazeteyi önce “devrimci posta” (henüz Sözcü ortada yoktu) sonra da “adam gibi bir gazete” olarak niteleyince tartışmalar çıktı. İlki neyse de ikincisi feminist yoldaşları epey kızdırmıştı. 

Bu tür, bugün gülümseten anıların dışında daha ciddi bir sorun o dönem AKP’nin en hızlı yükseliş döneminde solun üzerinde de etkili olmaya başlamış olması ve geleceğin “yetmez ama evetçi”lerinin her yerde, hatta azınlıkta olsalar da BirGün çalışanları arasında bile yer bulmuş olmalarıydı. Aynı zamanda o dönem, solun 70’lerdeki bütünlüğünün, adeta suyun hidrojen ve oksijen moleküllerine ayrışması gibi, ögelerinin birbirinden ayrışmasının hızlandığı bir dönemdi. Sonuç; haber seçimi ve dilinde aşırı hassasiyet ve yayın yönetiminde sıkıntıydı. AKP’nin laiklik karşıtı bir tutumunu eleştiren bir haber mi yaptınız; gelsin “bunun hiç demokratça olmadığı” eleştirileri… AKP’yi eleştiren bir haber yapmanın “AKP demokratik atılımlar yaparken” çok yanlış olduğunu söylendiğini bile duydu bu kulaklar, bir çalışandan.  

Okuyucular da ayrı bir hassasiyete sahipti. Kürt sorunundan bahsederseniz eleştiren okuyucular, antiemperyalist, yurtsever bir tutumu şovenist diye anlayan okuyucular; hepsi bugünküne göre daha hassastı doğrusu… Yeni bir gazetenin yayın politikasının şekillenmesi sırasında o yıllar bilhassa zordu. 

Yayın yönetiminin kendisi de zor –ama gerekli- bir modeldi. Bir yayın yönetmeni yoktu; üç kişiden oluşan bir yayın komitesi vardı. Bunlardan biri sırayla “eşitler arası birinci” misali asıl sorumlu gibi davranıyordu. Bu “talihsiz”e kendi aramızda argo bir isim taktığımızdan şimdi burada kaleme dökmeyeyim.  

İlk “talihsiz”imiz Aydın Engin’di; hemen başlarda kendi isteğiyle o talihsizlikten vazgeçtiği için gazete çıkarken o “talihsizlik kuşu” bu kez benim başıma kondu. Basın hayatımdaki en zor görevlerimden biriydi desem yanlış olmaz; çünkü hem yönetim kurulu üyesi olarak mali ve genel yönetim sorunlarından hem de yayın komitesi üyesi olarak yayın yönetiminden sorumluydum. Bu da kuruluş döneminin yukarıda değindiğim sorunlarıyla uğraşırken, yaklaşık 13-14 saatlik bir işgününe dayanmak anlamına geliyordu. Benzer bir tempoyu bir de Gezi Parkı yayınlarını yaparken Halk TV’de yaşadım. 

Yeri gelmişken BirGün’ün kuruluşu kadar, yaşamasında da Müftüoğlu’nun önemine işaret etmeliyim. Bizim kuşağın devrimcilik anlayışı hep biraz aşırı karizma, atılganlık ve bir parça iyicil hesapsızlık üzerine kuruluyken; toplantılara zamanında ve iyi çalışmış olarak gelme disiplini, iyi planlama ve makullük gibi nitelikler bir miktar geri planda kalmıştır. BirGün sürecinde çevresindekilerin deyişiyle “Oğuz Abi” işin bu yanının önemini gösterdi. İstanbul’daki toplantılara Ankara’dan gelmesine rağmen hep en erken, hep konuyu iyi çalışmış olarak geldi. 

Şüphesiz o zamanlar BirGün’ün başardıkları, yaptıkları kadar yapamadıkları da oldu. Çoğu kere maddi olanaksızlıklardı yolu tıkayan. İlk 6 ayında para yokluğundan yeterince gazete basamayışına rağmen ortalama 20-25 bin aylık ortalama ve bazı günler 40 binlik satışlara ulaştı. Böylece erkenden resmi ilan alma hakkına kavuştu ve bu satış o günlerde gazetenin yaşayabilirliğine önemli katkı sundu. 

BirGün’ün daha doğuştan diğer kimi sol gazetelerden önemli bir farkı da dar grupçuluktan uzak, çok yönlü, çok sesli bir gazete oluşuydu. Yukarıda bahsettiğim zorlukların bir kısmı da bu tercihten kaynaklanıyordu; fakat uzun bir yayın yaşamına aday oluşu da yine bu özelliğinden kaynaklanıyor. 

BirGün ilk gününden bu yana “sol, demokrat bir gazete” olmanın yanında yorum kadar habere de öncelik veren “doğru dürüst” bir gazete olmayı hedefledi. Yayın hayatının daha başlarında 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın güvenlik güçlerince evinin önünde öldürülmesini haber yaparak ödül aldı; şimdi ise BirGün pek çok tanınmış gazeteci yetiştirmiş bir gazetecilik, habercilik okulu. 

Gazete bu başarılarının yanı sıra bir umudu daha canlı tutan girişimlerden biri oldu. O umudun adı ise: “Bir gün mutlaka!...”