Geçen hafta sosyalistlerin Ergenekon’a karşı çıkmadığı iddialarına karşı, sadece Ergenekon’a değil, yanı sıra nelere de karşı çıktığımızı, meseleye nasıl baktığımızı hatırlatmaya çalışmıştık...

Geçen hafta sosyalistlerin Ergenekon’a karşı çıkmadığı iddialarına karşı, sadece Ergenekon’a değil, yanı sıra nelere de karşı çıktığımızı, meseleye nasıl baktığımızı hatırlatmaya çalışmıştık. Pazar devam edeceğiz dedik ama olmadı. Yazıyı gazeteye iddianamenin içeriğinin anlaşılmasından önce gönderdiğimiz için, pazar günü bu köşeyi okuyan birinin iddianameden tek satır söz etmeyen bir yazıyla karşılaşmasının tuhaf olacağını düşünerek kısa bir ertelemeye gittik. Kaldığımız yerden devam edelim...

•••

1993 yılı Türkiye’de derin devlet için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. O yıl MGK “PKK’ya karşı topyekûn ve kesintisiz savaş” kararı aldı. Karara göre, güvenlik güçlerinin silahlı mücadelesi kesintisiz olarak sürecek ve aynı zamanda “PKK’nın maddi gelir kapısının kapatılması için devletin tüm imkânları seferber edilecekti”.

Aynı günlerde dönemin başbakanı Tansu Çiller, “Türkiye, milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, hesap soracağız” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Tansu Çiller’in elinde PKK ile ilişkileri olduğu iddia edilen 940 devlet memuru ile 67 işadamı, avukat vb’nin ismi olduğu söyleniyordu.

Bu açıklamadan bir süre sonra, Türkiye yeni yıla peş peşe işlenen faili meçhul cinayet dizisiyle girdi. Bazıları uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı ve PKK’ya maddi destek sağladığı iddia edilen Kürt zenginleri, avukatlar ve bürokratlar öldürüldü. Özgür Ülke gazetesi bombalandı. Büyük kentlerde bunlar olurken, Güneydoğu’da bir kısmı -artık devlet tarafından örgütlendiği bilinen- Hizbullah tarafından sayısız cinayet işlendi, köyler boşaltıldı, ormanlar yakıldı.

Sonrasını biliyoruz. Susurluk’taki kaza ve ardından ortaya çıkan bilgiler sayesinde, bu memlekette biraz akıl ve izan, biraz vicdan sahibi insanlar için derin devletin ne olduğu, kimlerin himayesinde faaliyet gösterdiği kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıklık kazandı.

İşte bizim derdimiz de tam bu! Başta Veli Küçük olmak üzere, Muzaffer Tekin, Osman Gürbüz, Semih Tufan Gülaltay, Yalçın Tanfer gibi isimlerin, iki emekli orgeneralin tutuklu olduğu bir dava elbette küçümsenemez ama Ergenekon derin devlet falan değil. En iyi ihtimalle aralarında bir dönem derin devlet için görev ifa etmiş isimlerin de yer aldığı, lakin bir zamandır devlete rağmen faaliyet gösteren bir çete. Aksini söyleyen şu basit soruya cevap vermek zorunda: Devlet, Ergenekon isimli bu örgütün neresinde? Madem adı derin devlet, ve diyelim ki işin derin tarafı ortada... Peki devlet nerede? Sanıklar arasında, üzerinde hâlâ üniforma taşıyan tek bir asker, tek bir polis, tek bir bürokrat var da biz mi bilmiyoruz?

Dolayısıyla bu davayı, 85 yıllık cumhuriyetin bütün derin pisliğinden arınması olarak sunmak, gerçeğin önemli bir bölümünün üzerini örtmek anlamına gelir.

Şu kesin: Türkiye’de derin devletin gerçekten tasfiye edilebilmesi için F Tipi cezaevlerinde ranza sorunu yaratacak kadar çok sayıda politikacının, askerin, polisin ve faşist tetikçinin kodesi boylaması gerekir.

•••

Mithat Sancar’ın pazartesi günkü yazısında işaret ettiği uyarıyı elbette göz ardı ediyor değiliz.

“Son otuz yılın bütün karanlık olaylarının, vahşice eylemlerinin ve kirli bağlantılarının tek bir davada halledilmesini beklemek, ne hukuksal açıdan yerindedir, ne de siyasal açıdan gerçekçidir. Bütün bunları kapsayacak bir iddianameyi tek başına bir savcının veya iki-üç kişilik bir ekibin makul bir sürede hazırlaması da fiilen imkânsızdır.” Doğru. Fakat buradaki sorun, zaten böyle bir niyetin olmaması. Yani yine Mithat Hoca’nın belirttiği gibi, bu davanın bir ‘mutabakat’ davası olması. Bizim de üzerine gitmemiz gereken nokta bu: Ergenekon mutabakatı! Ne diyor iddianame? “Ergenekon terör örgütünün devlet kurumlarında ciddi bir şekilde irtibatlarının olduğu da ortadadır.” Belli ki mutabakat, tam da o irtibat noktası üzerinden kurulmuş. Ergenekon iddianamesi davanın gidebileceği sınırı çiziyor. O sınırı daha ileriye zorlamak da bize düşen görev. Bu yanıyla Ergenekon davası sosyalistlere bir fırsat sunuyor. Değerlendirebilmek bizlerin siyasi feraset ve enerjisine bağlı.

•••

Bunu yazmam lazım. Geçen pazar Murat Belge, Taraf’taki köşesinde Birgün’ün Ergenekon karşısında izlediği yayın çizgisini eleştirdiği yazısını şu sözlerle bitiriyor: “Tabii, ileride Ergenekon’la ‘dostluk anlaşması’ imzalamayı tasarlıyorsam... ve zaten böyle bir şeyi midemin kaldırabildiği bir yapıdaysam, o zaman iş başka..”

Bizim ilerde Ergenekon’la işbirliği yapabileceğimiz ihtimalinden söz ediyor. Açıkça hakaret etmesini gerektirecek kadar öfkeli olmasının nedenini bilmiyorum. İncelmiş zevklerden yoksun hödükler ordusu olduğumuza dair kanaati bile böyle bir ölçüsüzlüğe yol açamaz herhalde. Ama Murat Belge’den AKP’ye gösterdiği vicdanın ve insafının zerresini sosyalistlere göstereceğini beklemenin artık beyhude olduğu anlaşılıyor. İnsan ister istemez üzülüyor; vedalaşmanın da bir adabı olur.