Birleşmiş Milletler bünyesinde COVID-19 ile mücadele deneyimlerinden yola çıkarak hazırlanan mürekkebi kurumamış, Ortak Sorumluluk: Küresel Dayanışma Raporu, pandemikle mücadelede merkezi yönetim-yerel yönetim iş birliğinin önemine yönelik şu tespiti yapıyor:

“Yerel yönetimler pandemik konusunda ön cephedeler. Yerel yönetimlerin, ihtiyaç duyulan sağlık ve sosyoekonomik önlemlere ilişkin hızlı yanıt verebilmesi, ülkenin yönetişim sistemine ve yerel yönetimlerin mali durumunun sağlıklı olmasına bağlıdır. Önlemlerin etkili olabilmesi için, yerel ve merkezi otoriteler arasında etkili diyalog ve iş birliğine gerek vardır.”

Hiç kuşkum yok, BM uzmanları bu satırları yazarken, yaşanan deneyimin bu açıdan başarı ve başarısızlıklarını dikkate aldılar. Bu noktada dinamikler farklı olsa da İtalya’da salgın konusunda yaşanan başarısızlığın önemli bir nedeninin, merkezi yönetimle yerel yönetimler arasındaki uyumsuzluk olduğuna dikkat çekmek de yarar var. World Economic Forum’un internet sayfasında İtalya’ya ilişkin bir değerlendirme, başarısızlıktan “şu ana kadar çıkan dersin, yerel yönetimlerle koordinasyonun sağlanamaması ve buna eşlik eden siyasal dağınıklık” olduğuna işaret ediyor.

Diğer tarafta başarı örneği olarak öne çıkan Çin’de, başarının arkasında merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki etkin iş birliği ve diyaloğun olduğu uzmanlarca ifade ediliyor. Öte yandan Çin’in farklı bölgelerinde elde edilen farklı düzeydeki başarıların geri planındaki önemli belirleyicilerden birinin de yerel yönetimlerin farklı müdahale kapasiteleri ve bu konuda farklı hızda davranmaları olduğu anlaşılıyor.

Salgınla başa çıkma stratejilerinin yönetsel boyutundaki etkililiği açısından iki konu önem kazanıyor. Merkezi yönetimin güçlü biçimde süreci yönetmesi ve eşgüdümü sağlaması yanında sürece yerel yönetimleri de etkili biçimde dahil etmesi!

Türkiye’ye dönecek olursak, son günlerde açık hale geliyor ki, her iki noktada da ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Her fırsatta güç gösterisi yapan merkezin, bilinmedik düşman kapıya dayanınca, ne siyasi (toplumsal kapsayıcılık) ne idari (farklı birimlerini harekete geçirme kapasitesi) ne de mali (geniş kaynakları mücadelede hareket geçirme) olarak güçlü olmadığı kısa sürede ortaya çıkmış bulunuyor.

Öte yandan ikinci boyutta da giderek çarpıcı hale geliyor ki, merkezi yönetim, yerel yönetimlerle çalışmak niyetinde değil! Bunu en çarpıcı göstergesi, CHP’li başkanların yönettiği büyükşehir belediyelerinin bağış kampanyasının İçişleri Bakanlığı genelgesiyle durdurulması oldu. Genelge, 2860 Sayılı Yardım Toplama Kanunu’na işaret ediyor ve belediyelerin, validen izin almadan yardım toplayamayacağını söylüyor.

Bu müdahaleyi, hukuki açıdan sorgulayabiliriz (Belediye, Büyükşehir ve Belediye Gelirleri Kanunları açık biçimde belediyelerin bağış kabul edebileceğini söylüyor). Dahası, belediyelerin kabul ettikleri bağışı, gelirler hanesine yazdığını ve buradan yapılan harcamaların Sayıştay denetimine tabi olduğunu da ayrıca belirtelim.

Ama mesele hukuki boyut ötesinde. İşte orada Anayasa’nın 127 maddesi, mahalli idarelerden; “il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere…” diyor.

Bundan daha önemli bir ihtiyaç var mı? Mesele şu ki, güçsüz bir merkezi yönetim yerelini halktan yetki almış belediyelerle kurmak yerine, ne işlevi olduğunu tam bilmediğimiz birtakım vakıflarla kuruyor. O vakıflar, bağış adı altında vergiden düşülmek üzere birtakım şirketlerden takır takır bağışlar alıyorlar. Kim denetliyor bilmiyoruz, nereye harcıyorlar bilmiyoruz!

Halkın seçtiği, Anayasa’da yeri olan belediyelerin toplumu ayakta tutmak için kullanacağı bağışlar bankalarda bloke ediliyor. Oysa işte orada BM Raporu, virüsü bloke etmek istiyorsan, yerel yönetimlerle çalışacaksın diyor!

Blokajı doğru anlayalım lütfen; yanlış anlamaya konu olan, yaşamımızdır!