Şükran Kurdakul’un, duvarlara asılacak denli özel bir şiiri olan ‘Armağan’da

Şükran Kurdakul’un, duvarlara asılacak denli özel bir şiiri olan  ‘Armağan’da, “Biz ki acılar döneminden/ Ellerimizi kirletmeden geçtik” der. Birkaç şiirle birlikte, bu şiiri de yaklaşık yirmi yıldır cüzdanımda taşırım.
Acılar döneminin temiz elli insanları, şairleri bir bir yitip, toprak ülkesindeki dostlara karışıyor.
Özellikle sanatçılar için sıklıkla söylenen bir sözdür; “Çağının tanığı olmak.” Sanat edimi, bir “anlatan” olarak, sanatçı açısından tanıklık olarak tanımlanır. Bu söz bir yanıyla iddialıdır. Bu iddiayla birlikte, yanlış kişiler için bir kolay niteleme kalıbı olarak da kullanılıverilir. Yani, yanlışı örten bir niteliği de vardır. Çünkü, somutu/günü görmesi bile tartışmalı bir sanatçı için “çağ” gibi bir enginlik konusunda kullanıldığında bir “bypass” sonucu doğurmaktadır. Sanatçı, hızlı bir terfi ile mareşal oluvermektedir. Bu açıdan, doğru eleştirel yaklaşımlardan birisi Arif Damar’a aittir. Şu sözü çok bilinir;  “Çağının tanığı olmak, çağının sanığı olmakla mümkündür.” Mareşalların çok olduğu bir zamanda bu sözü söylemek kolay değildir işte.
Zoru başaran Arif Damar’ı yitirdik. Acılar döneminde eli temiz olanlardan biriydi.
Yıllar önce, ünlü sözünü bana da söylemişti. “Kuşkonmaz, tanık olmanın yolu sanık olmaktan geçer!” İlk kez söyler gibi, ışıl ışıl gözlerle, muzip çocuk bakışlarıyla... Bir şiir şenliğindeydik. Ben de kısa bir “tanıklık dönemim” olduğunu anlatmıştım ona. Dikkatle dinlemişti. Sonra kolumdan tutmuş, fotoğraf çeken arkadaşa birlikte poz vermiştik. “Herkesle fotoğra çektirmem. Sen de hapishane görmüşsün, yan yana bir fotoğrafımız olsun” demişti.
O şenlikte dört-beş gün boyunca Şükran Kurdakul ile Arif Damar'ı sürekli izlemiştim gizli gizli. Akşamları kurulan masadan insanlar odasına çekilmeye başlıyor, masanın çevresinde azalıyorduk. İki ustadan ‘feyz’ almak için, özellikle içki içmiyor, gecenin sonuna kadar ayakta kalmaya özen gösteriyordum. Benim yaptığım “Şuara meclisi masasını eteklemek” olmadığı gibi, onların da böyle bir sonucun doğması yönünde en küçük bir halleri, havaları yoktu.
Fazla belli etmeden, ama dikkatle gözlüyordum. Şükran Abi ve Arif Damar arasında gizli bir çekişmeyi çoktan fark etmiştim. Bir yandan da birbirlerinin koruyucu annesi gibiydiler.
Erkek bir şair diğer bir erkek şairi, ortak sevgili olan şiir üzerinden nasıl kıskanırsa, öyle eril bir kıskançlık. Ama bir o kadar da dişil bir sevecenlikle, anne sevecenliğiyle koruyorlardı birbirlerini belli etmeden.
Bir akşam, Şükran Abi, ezberden bir şiir okumuştu. Masaya döndüğünde “Bak şimdi, ezberden okuyacak o da” dedi. Arif Damar, gerçekten de kendinden emin bir biçimde şiire başladı. Ancak, az sonra  takıldı. Şiirin gerisini anımsayamayınca, hemen patlattı bir slogan. Arkasından kısa bir konuşma; böylece sözü istediği yere getirdi.
Masaya geldiğinde yavaşça, “Şükran şiir okudu ya ben de siyasi konuşma yaptım.” dedi. Baktım, Şükran Abi'nin yüzünde, dostunun sözü toparlamasının verdiği bir huzur.
O akşam, rakı içmediğimi görünce “Şiiri, okuru boşver. Özellikle okur için şiir yazma. Adam gibi rakını içmeye bak!” dediğinde, kendimce kibarlık yapmaya çalışmıştım; “Sizlerin okuru olmak yeter..” gibi kem küm sözler etmiştim. Masaya vurup, “Bana bak, şimdi burada hepimiz arkadaşız, öyle değil mi Şükran?” diyerek, Şükran Abi’ den de onay almıştı.
51 Tevkifatı, soruşturmalar derken, 12 Eylül sonrasında da “Yasak yayın bulundurmaktan” üç ay hapis! Hayata sürekli dokunarak geçen bir hayat...
Biraz cesaretim olsa, “Arkadaşım öldü.” diyeceğim nerdeyse. Yok, doğrusu bu değil, doğru söz; “Çağının şairi” öldü.
Haftanın dizesi; “Bunca yıl çok ışık birikti avuçlarımda/ Senin olsun” (Şükran Kurdakul, Armağan)