Ülkemizde yılda bin ile bin beşyüz farklı yerde yağlı güreş düzenlenir. Dikkat çekici bir kültür olayı olması bir yana, en büyüğünden en


Ülkemizde yılda bin ile bin beşyüz farklı yerde yağlı güreş düzenlenir. Dikkat çekici bir kültür olayı olması bir yana, en büyüğünden en küçüğüne, sistemin kendini en kaba, en geri biçimde yeniden ürettiğiği etkinliklerdir bunlar. Bu niteliğini gözardı ettiğim düşünülmesin. Ancak, bu niteliktir ki, bilmeyi ve ilgiyi elzem kılmaktadır. Hayat olduğumuz ve olmadığımız her yerde. Ve devam ediyor.
Türkiye’nin 1980 sonrası postmodern mimarlık sürecine ilişkin bir yazıda,  “kitsch” örneği olan cami değerlendirmesi ilginçtir; “Kötü tasarlanmış ve inşa edilmiş, çoğunlukla cami/büro bloğu/alışveriş kompleksi biçimindeki sayıları hızla artan yeni camiler bu konuda çarpıcı örnektir”. Yazar, “mimarlık çevrelerinin küçümseyerek, neredeyse iğrenerek baktığı bu yapılar” için, çok farklı süreçlerin sonucu ortaya çıktığı ve estetik bozulma ürünü olduğunun altını çizmekte. Meslek elitleri bu camileri ilgi ve inceleme dışında tutmuşlardır. Ancak bu dışta tutma, bu alanın toplumun en düşük eğitimlilere ve gruplara terkedilmesi sonucunu doğurmuştur. “Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih Vakfı, Ed. Sibel. Bozdoğan-Raşit Kasaba)
Bu değerlendirmeyi birebir yağlı güreşlere örneksemeyi önermiyorum. Ancak, Kırkpınar’da aynı toplumsal kesim üyeleri ile birlikte seyirci olduğumuzu söylemek isterim.
Yaşadığımız bu toprağın insanlarına, hayatlarına ve hikâyelerine kulağımız açık olmalı. Özellikle mağlupların hikâyesi...
Mağlupsuz bir galibiyet mümkün değilken, mağlupların hikâyesi hep göz ardı edilmiştir. Oysa, koskoca meydanda ve binlerce kişinin önünde bir yılın emeğine rağmen yenilip, yalnızlığı ve yenilgiyi yaşayanların da bir hikâyesi vardır.
Yenilenler, hikâyesi anlatılmayanlardır. Çayırda yenilip, başı önünde çıkanların hikâyesi. Koca civan bir pehlivan olarak, rakibine meydan okuyup, kendine güvenle peşrev çeken, sonra yenilip, çayırın ortasında, kızgın güneş altında ter ve yağa batmış bedeniyle, açık düşen.. Orada öylece oturup, başı önde, gözyaşını teriyle gizleyen, yüzünü çayıra gömen insanların hikâyesi… Yenilip, birden binlerce kişinin önünde yapayalnız kalanlar. Daha 10 yaşında olan çocuk pehlivanların, el kadar kalçalarında kıspet durmaması nedeniyle, bol gelen kıspetin çıkmasıyla yenik sayılmalarını, çayıra kapanıp, hüngür hüngür bütün çocukluğuyla ağlamalarının hikâyesi…
Kırkpınar’ın kendi içinde bir işleyişi vardır. Kırkpınar’ı bugünlere getiren tarihteki nice kişiler; Koca Yusuf,  Kel Aliço, Kara Ahmet, Filiz Nurullah, Hergeleci İbrahim, Adalı Halil, Kurtdereli… gibi ünlü isimler. Kırkpınar, yenenlerle, başpehlivanlarla anılır. Onların hikayesi çokça anlatılır. Vazgeçilmez olmasına karşın, çayırın mağlupları hiç akla gelmez. Güreş iki kişi ile yapılan bir spordur. Yenenin yenme konumuna yükselmesi için bir de yendiği bir “pehlivan” olmalıdır. Çünkü, yenilen yoksa yenen de olmaz.
Çayırın görünmezi olur yenilenler. Herkes yeneni bilir. Ona koşar. Onu alkışlar. Ödüller ona verilir. Ona mikrofon uzatılır. Az da olsa, basında onun adı geçer. Tarihe geçen galiplerin bellek galerimizde yer alan heykellerinin kaidesini mağluplar oluşturmaktadır. Biliyoruz ki, ne kadar görkemli, şanlı olursa olsun, hiç bir heykel kaidesiz, havada durmaz.
Bir belgesel film tasarlamıştım; “Çayırın Mağlupları” Sadece yenilenleri anlatacaktım.
Tasarıyı gerçekleştiremeyerek, önce kendim çayırın mağlubu oldum. Sonra, el yakan bilet fiyatlar belirleyip, güreşlerin son gününde son saatlerde kapıları açarak özellikle roman yurttaşlara lütuf yaptığını sananlar...
Bir de bu yıl -her yıl olduğu gibi- Kırkpınar’da biz seyircilere tribün işkencesini ve ilkelliğini yaşatan her kimse, (Belediye, Federasyon?) onları da çayırın mağlupları sayıyorum.
Haftanın Dizesi; “Anamın bıraktığı yerden sarıl bana” (Metin Altıok, Yel ve Gül, Can Y.)