Çernobil ve Covid-19
Çernobil Nükleer Kazası’nın üzerinden 35 yıl geçti. Türkiye, Çernobil felaketiyle mücadelede sınıfta kalmıştı, şimdi ise başka bir sınavdan geçiyor. Covid-19 salgını boyunca Erdoğan hükümetince yapılan hatalar, 35 yıl önce Çernobil faciasını eline yüzüne bulaştıran Özal hükümetinin icraatlarını andırıyor. Bu iki felaketin karşılaştırması, 35 yıldır yerimizde saydığımızı gösteriyor
26 Nisan 1986 günü Çernobil’in 4 numaralı reaktöründe meydana gelen kazanın ilk yönetim hatası, bu büyük felaketi dünyadan ve Sovyetler Birliği’nde yaşayanlardan saklanmaya çalışılmasıydı. Sovyet yönetimi, kimi iddialara göre, birliğin çöküşüne de götürecek o büyük hatayı yaptı ve kazayı gizlemeye çalıştı. Bölgede yaşayanların tahliyesi, kazadan 36 saat sonra başladı. Radyasyon İsveç’te ölçüldü ama Sovyetler kendisine yöneltilen soruları, “kazanın kontrol altında olduğunu” söyleyerek, geçiştiriyordu. Hâlbuki uydu görüntüleri, durumun öyle olmadığını gösteriyordu; elbette değildi. 1 Mayıs’ta Kiev’deki kutlamalar iptal edilmedi. Halk bayramı radyasyon bulutlarının altında kutladığının farkında değildi. Gorbaçov’un halka Çernobil’den bahsettiği ilk gün, 14 Mayıs 1986’ydı.
VAKA SAYILARI VE RADYASYON GİZLENDİ
Türkiye’de ilk Covid-19 vakası 11 Mart 2020’de açıklandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, o tarihten itibaren günlük vaka sayılarını açıklamaya başladı. Basının sorularının yanıtlanması ve düzenli toplantılar, şeffaf bir yönetim varmış izlenimi yaratmıştı. Ne var ki; doktorlar, hasta yakınları ve mezarlıklardan gelen bilgiler, açıklanan vaka sayılarının doğruluğu konusunda şüphe uyandırmaya başladı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) açıklanan sayıların doğru olmadığını söylüyordu. İktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı, TTB’yi “bölücülüğün ve terörizmin saklandığı karanlık oluşum” diye suçladı ve kapatılmasını istedi. TTB ise haklı çıktı. Baskılar sonucunda Koca, 25 Kasım 2020 tarihinde, ilk vakadan sekiz ay sonra, gerçek vaka sayısını açıkladı. Daha önceleri sadece semptom gösterenlerin sayısını verdiklerini itiraf etti.
Vaka sayısının saklanması sadece Çernobil’i gizlemeye çalışan Sovyetler’i değil, Türkiye’nin Çernobil’den etkilendiğini gizlemeye çalışan, 1983 ile 1987 arasında Türkiye’yi yöneten Turgut Özal hükümetlerini de hatırlattı. 2 Mayıs’tan itibaren Türkiye’yi Trakya’dan başlayarak etkisi altına alan sezyum izotopları, Sinop’tan başlayarak önce Orta Karadeniz’e, daha sonra da Doğu Karadeniz’e ulaşmış ve ardından tüm ülkenin üzerinden geçmişti. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral ise Günaydın gazetesine verdiği demeçte, şöyle diyordu: “Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir.” Bu suçlama ile Bahçeli’nin iftirası aslında birbirine çok benzeyen, hedef gösteren ithamlardı.
Fahrettin Koca’nın gerçek vaka sayılarını gizleme nedenlerinden birinin, turizm sezonunda Türkiye’nin kara listeye alınmaması olduğu artık neredeyse herkesçe kabul gören bir iddia. İlginç bir tesadüf, Cahit Aral da aynı gerekçeyle radyasyon haberlerinden yakınmıştı: “Radyasyon haberlerinin büyütülmesi yüzünden turizmimiz de ticaretimiz de aksadı.” 1986 ile 2020 Türkiye’sinin ortak özelliği, insan yaşamı ile ticaret arasında tercih yapmak zorunda kalınca istikrarlı bir şekilde “para”yı seçmesi.
Çernobil sonucunda binlerce çocuğun tiroid kanseri olduğunu biliyoruz. Kazadan hemen sonra, birçok çocuğu tiroid kanserinden kurtaracak iyot tablertleri dağıtılsa Çernobil’de kayıplar çok daha az olabilirdi. Koronavirüs salgını Türkiye’nin de Sovyetler gibi nükleer kazaya karşı hazırlıksız olduğunu gösterdi. İnsanlar aylarca 5 adet maske bekledi. Mersin’de nükleer santral yaptıran hükümet, olası bir kazada bölgede yaşayan insanlara birkaç saat içinde bu tabletleri dağıtacak yeteneğe ve onları tahliye edecek organizasyon gücüne sahip olmadığını 5 adet kâğıt maske dağıtamayarak itiraf etti. Salgın sırasında bu yetersizlikleri de görmüş olduk.
HALKA BAŞKA KENDİNE BAŞKA
1986’da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olan Ahmed Yüksel Özemre, “Et, süt ve balığı çekinmeden yiyin” derken, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren de, “Midem rahatsız, onun için ıhlamur içiyorum” diyordu. Evren’e, Özal da şu sözlerle katıldı: “Korkamadan çay içilebilir, radyasyonlu çay lezzetli oluyor.” Kenan Evren kamuoyuna bunları söylerken, kendi çayını, radyasyon olup olmadığını öğrenmek için şoförüyle ODTÜ’ye gönderiyordu. Covid-19 ile mücadelede sıkça gördüğümüz bir durum var. AKP iktidarı ve onlara yakın kişilerin, herkesin uyması için koyulan yasalara uymadığını ve cezalandırılmadığını görüyoruz. Sokakta maskesiz dolaşana, denize girene ceza kesen iktidar, cenazelerde, partisinin kongrelerinde kuralları ve güvenli mesafeyi hiçe sayıyor. Herkese yap dediğini, kendi yapmıyor. 80 Darbesi’nin devamı olan hükümetle bugünkü yönetim arasındaki davranış benzerliği ilginç değil mi?
DÜNDEN BUGÜNE HEP O DIŞ GÜÇLER
Salgın ve radyasyonla mücadelede dünyayı kıskandıracak yöntemler bulma konusunda da Erdoğan ve Özal birbiriyle yarışıyor. TAEK Başkanı Özemre’nin övünerek anlattığı bir yöntem, radyasyona bulaşmış çaylarla bulaşmamış olanları harmanlayarak çaydaki radyasyon seviyesinin düşürülmesiydi. Böylece, sınır değerlerin altında radyasyon içeren daha fazla çayınız oluyordu ve piyasaya sürülebiliyordu. Elbette kimse “Radyasyonda sınır değeri olmaz” diyen bilim insanlarını dinlemedi. Aslında her doz zararlıydı, marifet az radyasyon almak değil, hiç almamaktı. Bu yöntemle kirlenmemiş çaylar da kirlendi. İktidar, o çayı içen insanların başka kaynaklardan da radyasyon alabileceğini ve aldığı dozun sınır değerlerin üzerine çıkabileceğini düşünmüyordu. Mesele itibarı zedelenen “Türk çayı”nı kurtarmaktı. Özemre, böyle iddia ediyordu: “…Avrupa çay tröstü kendisine kuvvetli bir rakip olarak gördüğü Türk çayını rezil etmek ve pazarladığı Hint ve Seylan çaylarına Türkiye’de pazar açmak için aynı oyuna başvurmaktadır.” Neyse ki “çay tröstü” halkın kanser olması pahasına bertaraf edildi.
AKLA VE MANTIĞA AYKIRI ÖNLEMLER
Covid-19 salgınıyla “mücadelede” mevcut hükümetin bulduğu yöntemler de 86’daki Özal hükümetini aratmayacak kadar yaratıcı. Covid-19 salgınının yayılmaması için içki, daha sonra gıda dışında neredeyse her şeyi yasaklamak, parkta dolaşamamak ama alışveriş merkezlerine gidebilmek ilk akla gelenler arasında. Turistler hasta olup olmadığını kanıtlamak zorunda olmadan Türkiye’ye gelirken, Türkiye’de yaşayanların denize girmesini yasaklamak da çok konuşulan bir yöntem oldu. Camide toplu halde namaz kılmaya ve stadyumda maç izlemeye izin vermek ama aynı zamanda site bahçesinde yürümeyi yasaklamak da tüm dünyada ilgi gören örnek mücadele önlemleri arasına alındı.
ÜNLÜLERLE PROPAGANDA HER DÖNEMİN FAVORİSİ
Bir başka yöntem de ünlüleri kullanarak, her şeyin normal olduğuna halkı ikna etmekti. Çernobil zamanında da bazı ünlü kişiler hükümetin bu bilim tanımaz işlerini aklamasına yardım ediyordu. Hülya Avşar gibi “uzmanlar”, “Acı patlıcanı radyasyon çalmaz” diyerek, hükümetin politikasını destekledi. Salgının ilk günlerinde verilen konserleri hatırladınız sanırım.
Çernobil’den gelen radyasyon ile koronavirüse karşı, 35 yıl arayla iki “farklı” hükümet tarafından ortaya konulan “mücadele yöntemleri” Türkiye’nin iş, bilim ve yaşama gelince nasıl yerinde saydığının bir göstergesi değil mi?