ABD, “emperyalist hegemonya” amacıyla kuruluşuna ön ayak olduğu uluslararası kurumlardan çekilmeye başladı. Bir süre önce UNESCO’dan çekilmişti. Geçen ay, “Çin için çalıştığı” gerekçesiyle, Dünya Sağlık Örgütünden (DSÖ) çekildi. Son günlerde, aynı gerekçeyle, Dünya Ticaret Örgütü’nden (DTÖ) çekilme niyetini açıkladı. Trump olduğu sürece, ABD’nin birçok uluslararası kurumdan daha çekileceğini düşünüyorum. ABD hegemonyasındaki aşınma Trump’la birlikte çözülmeye hatta çöküşe dönüştü. Bu yüzden, ABD, artık bu kurumlara sözünü dilediği gibi geçiremiyor ve istediği kararları çıkartamıyor. Yakın zamanda, “Çin için çalıştığı” veya “ABD’ye karşı çalıştığı” gerekçesiyle Birleşmiş Milletler’den (BM) de çekilme niyetini açıklarsa hiç şaşırmam. Çin’in artan nüfuzuna paralel olarak uluslararası kurumlardaki ağırlığı da hissedilir ölçüde artıyor. Buraya kadar yazdıklarım az-çok bilinen şeyler. Bunları şu iki sorunun bağlamını oluşturmak için yazdım: (1) Bu kurumların Çin için çalıştığı veya Çin’i kayırdığı iddiasının gerçeklik payı var mı? (2) Çin, uluslararası kurumların kendi için çalışmasını ve nüfuzunu artırmanın araçları olmasını mı istiyor.

Bu iki soruya verilecek “evet” cevabı Çin’in, oyunu ABD’nin kurallarıyla oynadığı ve ABD’nin hegemonyasını devralmaya hazırlandığı anlamına gelir; fakat Çin bu kulvarda yürümüyor. ABD emperyalizminin baskısı ve kısıtlayıcılığından bağımsızlaşmak için ve bir dünya gücü (dünya liderliği değil) olmanın ve çok kutuplu dünya tasavvurunun gereği olarak kendi uluslararası kurumlarını oluştursa bile küreselleşmenin en önemli savunucusu durumunda.

Çünkü bu kadar büyük bir ekonomi buna bir ölçüde mecbur. Tam bu noktada “Peki, nasıl bir küreselleşme?” sorusu akla geliyor. Çünkü hâlihazırdaki küreselleşme on yıldan fazladır oyunun kurallarını manipüle ederek dünya pazarlarını Çin’e kapatabildiği kadar kapatmaya ve sıkıştırmaya çalışıyor. Çin’in savunduğu küreselleşme, kurallarını ABD’nin koy(a)madığı ve sistemle istediği gibi oyna(ya)madığı, kuralları dilediği gibi değiştir(e)mediği bir küreselleşme. Yani ortaya çıkış-varoluş gerekçeleri olarak dillendirilen ilkelerle tutarlı, aktörlerin eşit-adil bir şekilde var olabilecekleri bir küreselleşme. Kolayca görüleceği gibi, Çin’in önerdiği-amaçladığı küreselleşme ile ABD’nin dizayn ettiği-hegemonyasındaki küreselleşme aynı şeyler değil. Burada önemli bir noktayı daha not etmeliyim: Çin’in önerdiği-amaçladığı küreselleşme modelinin içeriği ekonomik ilişkilerden ibaret, siyasal bir içeriğe sahip değil.

Çin’in kurduğu ve geliştirdiği ekonomik ilişkilerle artan nüfuzu kaçınılmaz olarak uluslararası kurumlardaki ağırlığına da yansıdı. Peki! Çin’in uluslararası kurumlarda giderek artan ve ABD’yi bazı kurumlardan çekilecek kadar rahatsız eden gücü bize ne anlatmalı. Basitçe, ABD’nin bu kurumlardaki gücünü ele geçirip bu kurumları kendi çıkarlarına hizmet eder kurumlara mı dönüştürmek istiyor? ABD emperyalizmini tahtından indirip uluslararası kapitalizmin yeni hegemonik gücü mü olmak istiyor? Batıda böyle düşünenlerin -bu sorulara evet cevabı verenlerin- sayısı az değil. Fakat bu bakış açısı ABD’nin ve Batı kapitalizmi muhiplerinin yaydığı dezenformasyondan ibaret. Çin, bu kurumların kuruluş ilkelerine uygun çalışmasını, dolayısıyla ABD emperyalizminin etkisinden arındırmayı istiyor ve bunu sağlamayı amaçlıyor. Çin, bu kurumları küreselleşmenin (sağlıklı) işlemesinden sorumlu yapılar olarak görüyor. Bu kurumları kendi çıkarlarına hizmet eden araçlara dönüştürmeyi amaçlaması savunduğu küreselleşmenin ilkeleriyle çelişir (ve ABD hegemonyasını devralma niyeti taşıdığına işaret eder).

Çin, hiçbir zaman “Dünya liderliği”nden (ki emperyalist hegemonya anlamına gelir) bahsetmedi. Bunu istemediğini de biliyorum. Son ÇKP kongresinde, bu düşünceye karşı “Çin’in adı emperyalizmle yan yana gelmemelidir” şeklinde ne kadar sert eleştiriler yapıldığının tanığıyım (ÇKP ruhundaki komünist müktesebat hafife alınmamalıdır). Bu “Dünya liderliği” niyetini, yanlış bir tanımlamayla “liberal”* diye andığımız, Batı kapitalizminin entelijansiyası uydurup Çin’e mal etti. Çin’in söylediği şey “Bir dünya gücü olmak. Dünya liderliği ise ancak belirli alanlarda olabilir; örn. küresel ısınmayla mücadele gibi”…

*Not: İktisatçı dostum Zhou’ya göre, bu zevatı liberal diye anmak yanlış bir tanımlama. Bunlar Batı kapitalizminin kültürel iktidarını-hegemonyasını üreten paralı askerler. Batı sermayesinin çeşitli vakıfları, dernekleri, kurumları aracılığıyla destekleniyorlar. Türkiye ve diğer az gelişmiş ülkelerde (ve tabii ki Çin’de) gördüklerimiz ise bunların yancıları. Solcu takılmaları ise mecburiyetten, bir nevi itibar meselesi. Yoksa söylediklerini kimse ciddiye almaz. Liberal deyince benim aklıma ABD’de Michael Moore, Ralph Nader; Türkiye’de ise Cüneyt Ülsever, Cem Toker gibi İslamcı faşizme baştan beri cephe alan, saygınlığından kimsenin kuşku duymadığı insanlar geliyor, yukarıda bahsettiğim paralı askerler ve onların yancılar değil.