Türkiye’de bir tartışmadır gidiyor. Basın gösterimlerinin ardından çeşitli gazetecilere soruyorlar: Recep İvedik 3’ü nasıl buldunuz diye? Adam tutturmuş tipini...

Türkiye’de bir tartışmadır gidiyor. Basın gösterimlerinin ardından çeşitli gazetecilere soruyorlar: Recep İvedik 3’ü nasıl buldunuz diye? Adam tutturmuş tipini, maceralarına devam ediyor. Öyle çözümlemeler var ki! Örneğin bunun ikincisinin Beyaz Türkleri eleştirdiğini söyleyenler var. Oysa her şey çok açık: adamın kendisi bir beyaz Türk!
Cem Yılmaz’ı anlatanlar adamın zekiliğinden başlayarak konuşuyorlar. Türkiye’nin en zeki adamı diyorlar. Öyle ‘sinema eleştirmenleri’ var ki, Recep İvedik’ten sonra Yahşi Batı bunun yanında başyapıt diyorlar. Yani mükemmel kıyas örnekleri veriyorlar.
Denilmesi gereken çok basit: Türkiye’de çok açık bir akıl tutulması yaşanıyor. Bir atığı bir diğer atıkla karşılaştırıyorlar, dönüşüme uğratıldıktan sonra, atıktan türetilebilecek olana göre değer ya da paha biçiyorlar. Eleştirimiz artık bu kadar bilimsel düzeye varmış durumda.
Türkiye’de akıl tutulmasının boyutlarını göstermek için belki de en iğrenç çıkarım, AROG filminden sonra bazılarının bu filmin evrimden yana olarak göstermeye çalışarak Cem Yılmaz’ı savunma çabalarıydı.
Bu anlamda Türkiye’de mizah üzerine bazı hatırlatmaları yapmak çok açıklayıcı olabilir.
1950’li yıllarda Türkiye’nin en önemli mizah dergisi Tef idi, daha sonraki on yıllarda çok etkili olacak hemen bütün mizah yazarları ve çizerleri bu dergide toplanmıştı. Derginin kurucusu ve sahibi Ertem Eğilmez idi. Hoş, aslında Eğilmez’in kendisi ve hayatı en başarılı mizah filmlerinden daha absürt nitelikler taşımaktadır ya, bunu geçelim şimdilik. Tef’in özelliklerine bakalım.
Bu dergi o dönemde haftalık olarak çıkıyordu, tirajı ise günlük gazetelerin tirajına yakındı. O kadar etkili olmuştu ki, Demokrat Parti dergiye kâğıt tahsisi vermeyerek çıkmasını engellemeye çalışıyordu. O yıllarda kâğıt piyasadan alınmıyor, yayınevleri ve basın SEKA’ya başvuruyor, oradan kendisine belirli bir miktar kâğıt tahsis ediliyor, ona göre yayın yapabiliyorlardı. Tef’in tirajı 50 bine yaklaştığında Demokrat Partiye muhalif karakteri de iyice ön plana çıkmaya başlamıştı. Sonunda kâğıt vermeyerek derginin çıkmasını engellediler. Hatta Yeşilçam’ın en ünlü senaristi Bülent Oran’ın Tef’te yazdığı mizah öykülerinden yola çıkarak hakkında ‘Cumhurbaşkanı, Başbakan… hakkında hakaret ettiği’ gerekçesiyle dava açtılar.
Tef kapandı kapanmasına ama bir gelenek oluşturdu. Türkiye’de mizah yapısı gereği siyasidir. Bir yandan halkın yanındadır, öte yandan halkın yoksulluğuyla zenginler ve bürokrasi arasındaki çelişki, siyasi iktidarın bunların arasında patronların tarafında bulunması durumunu mizahın temel özelliği haline getirirler. Aynı süreç 1960’larda ve sonrasında devam etti. Gırgır dergisi de bu geleneğin bir parçasıdır.
1980 sonrasında ise mizah bir anlamda siyasi muhalif kimliğinden uzaklaşıp, kitsch’e ve sinikliğe doğru bir temayül gösterdi. Hatta denilebilir ki mizahını büyük oranda iğrenç ve değersizlik üzerine oturtmaya başladı.
Bu açıdan başta Cem Yılmaz olmak üzere daha sonraki mizahın ana gövdesi büyük oranda ‘icazetli mizah’ yapmakta. İcazetli ‘sanatçı ve mizahçılarımızın sayısı’ inanılmaz oranda artmakta. Sevgili dostlar bu konu üzerinde uzun uzun duracağız daha sonra, çünkü icazetlilerden kahraman türetmek belki de Türkiye’de insanlığın evrensel alçaklık tarihine yaptığı en önemli katkılardan birisi. Başta samimiyet ve halkçı olmak anlamında bir gelenek yalnızca Türkiye’de değil, bütün azgelişmiş ülkelerde dünya çapında karakteristik bir özellik. Bunu yıkmak ve belki de en etkili şekilde yıkmak, doğal olarak muhalif olması gereken ‘kahramanları’ dönüştürüp ‘icazetlilerden alçak kahraman yapmak’ Türkiye siyasi iktidarının bir büyük kahramanlık hikâyesi haline geldi. Önce sistematik olarak bir ‘mağdur portresi yaratmak’ sonra ayaklar baş olursa halimiz nice olur demek, ardından ‘başa sarılıp, başı patronların sofrasında doyurmak’ bir Türkiye klasiği haline geldi. Hakikat odur ki, güleriz ağlanacak halimize. Bu anlamda söylenmesi gereken şudur, Cem Yılmaz’ı yılışık, lüks düşkünü, malıyla mülküyle havalı gösterişleri, filmlere eklediği inanılmaz başarılı reklam öğeleri, filmi daha piyasaya çıkmadan edinilen milyonlarca dolar reklam gelirleri nedeniyle başarılı olarak göstermek, ama özel sohbetlerde sürekli adamın puştluğu üzerine konuşmak artık ülkemizde bir gelenek haline geldi. Evet, adam öyle diyorlar, ama gizli gizli ben de yapabilsem ben de yaparım düşüncesini ileri sürüyorlar. Bu süreç büyük oranda Türkiye’de bir salgın haline geldi. Aynı yerden yola çıkarak Livaneli’de işi piyasaya bağlayıp ‘sen de yap sen de sat’ diye özetlemişti. Gerçek şu ki kültür niteliği ve halkla kurduğu ilişki düzlemiyle piyasaya bağlandığında, insani değerler sonuna kadar çiğnenmekte, ortalığı dışkı kokusu kaplamakta.
Günümüzde artık ahlak Türkiye toplumuna bir yük gelmekte. Bu ortamda Cem Yılmaz’ın filminden sonra bunun 1960’lardan itibaren ülkemizi kaplayan bir başka atık olan westernlerle çocuklarımızı büyütmenin bugünkü yıllanmış dışkısı olarak yorumlamak yerine, filme gülmek ne eleştirinin eleştirelliğine ne de tarih bilgisine sığar. Üstelik bütün bunlardan sonra ikisinden birini tercih edip, gidip hangisi komik diye bir lügat parçalamak ayıptır. Bari insanlar efendi olsunlar da, bir şeyler söylemeden önce oturup dışkı analizi yapıp yeniden çevrim için ne gibi faydalı ürünlere kaynaklık edebileceklerini önce yazsınlar, sonra oturup konuşsunlar. Mizah iktidara direnmenin bir geleneği olarak ülkemizde Karagöz ve Ortaoyunu’nda bile vardı. Bizzat bu nedenle kellesini kaybetmiş dönemin halk sanatçıları vardı. Bugün ise iktidarla bir alıp veremediği olmayan, sevgilileri üzerinden basına konu olan, arabaları hakkında kendi gövdelerinden daha büyük bir literatür oluşan ‘mizahçılardan’ yola çıkarak komiki şehir tartışması ayıptır.