Sonsuz sayıdaki ilişkilerden yola çıkarak bütün bir sistemi kavrama işine –malumunuz- ‘bilim ve felsefe’ soyunmuştur. Toplumsal bütündeki marazi noktaları ve arızalı süreçleri tespit edip gidermenin derdine ise ‘politika bilimi’ düşmüştür

Çürüme ve devrim hakkında ‘Akılla Konuşma’

‘Bize ne olacağı şimdi yaptığımız şeylere bağlı’ / Edward Bond*

Sokrates’ten beri ‘hakiki bilgiye’ ulaşmanın yollarından biri ‘diyalektik’ yöntemdir, ancak her zaman iki kişinin aklıyla yapılmaz. İnsan, kendi aklıyla da ‘çatışma’ yaşar. Hayyam’ın ‘Akılla bir konuşmam oldu’ dörtlüğü yahut ‘aklın gidip gelmesi’ deyimi duruma örnektir.

Algının ve kavrayışın güçlenmesini sağlayan diyalektik düşünce ‘çatışmalarla’ gerçekleşse de, çağrışımlarla ve benzetmelerle renklenir, hız kazanır. Varılan kanaatler ikinci bir ‘akılla’ ya da ‘akıllarla’ paylaşılır. Velhasıl süreç, ‘ortak bir akıl’ oluşturmak, onu da yeni akıllarla sorgulamak üzere sürer gider. Bu geometrik yayılım uygun zemin ortadan kalktığında sönümlenir. Toplumsal trajediler ve çürümeler böyle zamanların ürünüdürler.

Ortak aklın öyle ‘ha deyince’ oluşmadığını, oluşur gibi olduğunda kumdan kaleler misali yıkılabildiğini biliyoruz. Öte yandan, her akıl yürüten ve yürüttüğü aklı ‘kolektif aklın’ güçlenmesine koşan kişi, sistemik iktidarlar karşısında yenilgiyi kabul etmeyen (modern) bir Sisyphos’a benzer. Varoluş felsefesinin önde gelen düşünürlerinden ve edebiyatçılarından Albert Camus’nün yorumunu da katarak mitolojik hikâyeyi kısaca hatırlayalım: ‘Tanrılar, işlediği suçtan ötürü Sisyphos’u cezalandırırlar. Büyük bir kayayı dağın tepesine çıkarmaya mahkum edilmiştir. Ancak kaya her defasında aşağıya yuvarlanır. Tanrılara göre ‘nafile çabadan’ daha ağır ceza yoktur. Sisyphos bunu fark ettiğinde –baştaki- kederinden kurtulur. Zirveye her yaklaştığında aşağıya yuvarlanan kayanın peşinden gider ve tekrar dener. Yenilgiyi ya da yazgıyı kabulleniş değildir bu. Tanrıların niyetini fark etmiş, çabasını bir tür varoluşa dönüştürmüş, aslında özneleşmeyi tercih etmiştir. Camus felsefi açıdan bu noktayı olumlar. Bir ceza olarak verilen ‘boşunalık ve umutsuzluk’ duygusu hakikatte derin bir isyana dönüşmüştür. Sisyphos’un yazgısı, Tanrıların ellerinden kendi ellerine geçmiştir’.

Ne kadar zorlu olursa olsun, ‘çıkılan yolculuğa’ ‘evet’ demesini bilmek gerekir. Umutsuzluğa kapılıp yılgınlığa düşmekse ‘yok oluşun’ sularına yelken açmaktır. Varoluşun enginliğinde ‘değer’ üretmek için akılla konuşma sürmelidir.

Aşk, sevgi, saygı, ahlak, etik, vicdan, akıl, bunlar herkesin dilinde değerler. Lakin pek az kişi içlerini dolduracak ‘görgüye’ sahip, bu yüzden günden güne çürüyorlar. Görgüden kastımız geleneğin ezberleri değil, deneyimle edinilmiş ‘kurucu bilgilerdir’. Siyasal iktidarın sayısız skandallarından biri, “değer” üretiminde indiğimiz seviyenin de göstergesidir: ‘Milli Eğitim Bakanlığı destekli İlim Yayma Cemiyeti İstanbul’da öğretmenlere yönelik etkinlik düzenlemiş. Etkinlikte dağıttığı kitapta ‘anne babaların çocuklarına dayakla ahlakı öğretebileceği’ ifadelerine yer verilmiş’.

Maruz kaldığımız bunca fenalığın başında iktidarın ‘kurucu bilgilere’ giden kanalları tıkaması geliyor. Muktedirlerin başka türlü ayakta kalma şansları yok çünkü. Bizim gibi ülkeler başta olmak üzere, kurucu bilginin temelleri çocuklukta zayıf atılıyor; çıkar ve rekabet kültürüne siyasal dinin ve milliyetçiliğin eklemlenmesiyle yetişkinliğe girmeden çöküyor.
Son yıllarda şablon imajlara çeşni yapılıp dolaşıma sokulan ‘değerler’ bu yüzden anlam yitimine uğruyorlar; anlam yitimine uğradıkları için daha fazla dolaşımda tutuluyorlar. Kültürel hegemonyanın nafile niyeti belli: Değerler sisteminde açılan delikleri el yordamıyla tıkamak. Oysa bendin öbür tarafında ‘görgüsüzlüğün’ basıncı alabildiğine artmış, toplumsal yapıyı hepten çökertmek için an kolluyor. Metni doğru okuyamayan ‘sevgi böceklerine’ de şablon mesajları sosyal medyada paylaşmak, kapitalizm dininin günah çıkarma ritüellerinden birini yerine getirmek düşüyor. Memleketin en aktif iki dini ‘kapitalizm ve siyasal İslam’ 16 yılda ittifaklarını iyice pekiştirdiler. Müritleri haftada bir ‘hayırlı Cumalar, bol kazançlar!’ demeyi ihmal etmiyorlar. Biz muhalifler de, ‘Kutsanacak gün varsa Cuma değil hafta sonlarımızdır, yıllık izinlerimizdir. Çünkü muktedirlerden söke söke aldık!’ diyoruz.

Değer ifade eden kavramları ‘süs köpeği’ gibi dolaştırmaktan ziyade, söz gelimi, sosyal sorumluluk ağları kurarak, kültürel etkinlikler düzenleyerek, protesto kültürünü yaygınlaştırarak, kısacası, gönüllülük esasına dayalı paylaşım ve dayanışma pratikleriyle ete kemiğe büründürmek gerekiyor. Politik ya da apolitik bir grubun reklamını yapmak ya da (liberal) duyguları tatmin etmek için değil; mademki kökten bir dönüşüm, insani bir kültür yaratmanın derdindeyiz, neden bulunduğumuz noktadan başlamıyoruz. Sokrates’in ünlü sözüdür: ‘Yaşamı değiştirme gayesi taşıyan kişi, işe kendisinden ve çevresinden başlamalıdır’. Katkı niyetine ekleyelim: ‘Kurucu politika’, hem ‘kuramsal’ hem ‘kurumsal’ politikayı belirleyen, aynı anda bütün mecraları yenileyen etkinlikler bütünüdür. Bundan ötürü özünde ve her zaman devrimcidir.
curume-ve-devrim-hakkinda-akilla-konusma-445892-1.
2004 yapımı bir Hollywood filmi sayesinde popülerleşen, aslında 1963’te E.N. Lorenz tarafından ortaya atılan ‘Kelebek Etkisi’ ilkesi, filanca yerdeki bir kelebeğin kanat çırpışının falanca yerde fırtınaya sebep olabildiğini iddia eder. Kulağa abartı gibi gelse de, hangi şartlarda neyin neleri tetikleyeceğini bilemeyiz. Bu bazen dışarıdan bir müdahaleyle olur, bazen de kendiliğinden gerçekleşir. Batı Karadeniz’deki bahçeme dikmek için Güney Marmara’dan fidan almayı düşünüyordum. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım ‘bitkinin strese girebileceğini’ söyledi. Kendi bölgemizden türdeş bir bitkiyle aşıladığımda ya da aradan binlerce yıl geçip yeni şartlara uyum sağladığında sorun çözülüyormuş.
Parçası olduğumuz ‘bütün’ kendi içinde türlü etkileşimlere ve değişimlere açıktır, bu sebeple her durumda hareketi olumlayan bir özgüllüğe sahiptir. Beşeri yaşam da kâh akışkan, kâh durağan ve fakat her daim kıpırdayan bir bütündür; unsurları arasındaki sürekli ‘etkileşim’ onun temel dinamiğidir. Bütünün parçalanması yok olması anlamına gelmediği gibi, yenilenmek için buna ihtiyaç da duyabilir. Toplumsal ya da kavramsal değerler ‘çöküşe’ geçmişlerse önüne geçilmesi kolay olmayabilir. Ancak, bir Sisyphos’un varoluş tarzına sahipseniz, avuçlarınızın arasından kayan ‘o kayanın’ her durumda peşine düşersiniz.

Olgular, nesneler ve olaylar gibi, kavramlar da birbirlerini etkilerler. Misal, ‘akışkan’ anlamına gelen ‘amalgam’ sözcüğü ilişkiye girdiği sözcüğü olumlayabilir veya olumsuzlayabilir: Diş hekimliğinde ‘amalgam dolgu’ dendiğinde ‘olumluluk’ bildirirken, ‘süs köpekleri’ gibi dolaştırıldıklarından içeriğini kaybeden kavramlarla kullanıldığında ‘olumsuzluk’ ifade eder. Aşk, sevgi, saygı, ahlak, etik, vicdan, akıl vb amalgamlaşan kavramlara örnektir. Devrim kavramının tamamen amalgamlaştığını iddia edemeyiz. Ancak, ‘diyalektik akıl’ ve ‘kurucu bilgi’ meselenin dışında kaldığı sürece risk büyümektedir.

Sonsuz sayıdaki ilişkilerden yola çıkarak bütün bir sistemi kavrama işine –malumunuz- ‘bilim ve felsefe’ soyunmuştur. Toplumsal bütündeki marazi noktaları ve arızalı süreçleri tespit edip gidermenin derdine ise ‘politika bilimi’ düşmüştür. Bahse konu üç disiplin soyundukları işlerin üstesinden gelebilmek için dirsek temasındadırlar. Oluşturdukları üçlü sinerjiye kimlerin yön verdiğini ve yaşamda neyi hedefleyip neyi hedeflenmediklerini tespit etmek yetmez; akışların yönünü değiştirecek bir politik varoluşu da hayata geçirmek durumundayız.

Çağrışımların ve benzetmelerin akıl yürütmeyi hızlandırdığından söz etmiştik. Bir bezetmeyle bağlayalım: Dışarıdan bakıldığında ‘dişe’ benzeyen, ancak, çürüyüp içi boşaldığı için işlevini yitirmiş olan ‘şey’ aslında bir görüntüden ibarettir. Kuşkusuz bir ‘imaj’ değildir ve fakat işe yararlılığından da söz edilemez. Dahası, ruhsal ve metabolik bütünlüğü rahatsız eden ağrılı bir sorundur. Sık kullanıldığı için içi boşalan, içi boşaldığı için sık kullanılan, buna rağmen pek az kuramcının ve uygulamacının içini doldurma zahmetine girdiği; bilinmez bir geleceğe havale edilip durduğu için de (içi) ister istemez dolmayan ‘Devrim’ kavramı -tamamen amalgamlaşmasa da- çürüyen bir dişi andırmaktadır. Hayallerimizden söküp atacak halimiz yoktur, lakin, asıl vasfına dönüştürmekten başka çaremiz de yoktur. Bunun için kurucu etkileşimlerle ve doğru sıfatlarla yan yana gelmesi yeterlidir. Aksi halde kaderimizi Tanrılar belirlemeye devam edecek.

(*) BirGün’den Derya Aydoğan’ın E. Bond ile yaptığı röportajdan alınmıştır