Sloven asıllı Slavoj Zizek: Kimilerine göre “akademik rock star”… Kimilerine göre, Marksizmi çağımıza uyarlarken “uçmuş” bir yazar... Ya da delilikle deha arasında salınıp duran bir filozof...

Her halükârda 21. Yüzyıl’ın, felsefe / psikoloji / sosyoloji / siyaset bilim ve hatta sinema (eleştirisi) alanında en dikkate değer isimlerinden biri.

Böyle bir isim, Türkiye hakkında yazarsa... Dahası, “tespitiyle” tüylerinizi diken diken ederse... Görüp geçemiyorsunuz.

Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmalarından söz ederken, “ÇÜRÜMÜŞ BİR ŞEY VAR TÜRKİYE TOPRAKLARINDA” diyor Zizek. Ve Erdoğan ile hükümet üyelerini işaret ederek ekliyor:

(Son) açıklamalarında muhalifleri vatan hainliğiyle itham eden, yasal siyasi partileri terörist diye niteleyen, muhalefeti yekpare laik-Kemalist-Siyonist blok diye suçlayan, barış talebiyle imza veren entelektüelleri hedef alan öfkeli, paranoyak bir ton mevcut.

Fazlası var, eksiği yok. Sahiden de bu topraklar, epey zamandır böyle. Çürüyor.

Zizek de, (en ünlü Shakespeare kahramanı) Hamlet’in en ünlü tiradından “Çürümüş bir şey var Danimarka Krallığı’nda” repliğini alıyor. Türkiye’ye uyarlıyor.

O yazmamış, ama ben de Hamlet’ten bir dize paylaşayım:

“Pisliğin ortalığı sardığı bu zamanda
İyiliğin af dilemesi gerekiyor kötülükten...”

Hamlet, yüzyıllardır dünyanın tüm karanlık iktidarları için bir metafordur. Çünkü onun öyküsündeki Danimarka tahtında ihanet, cinayet, yalan hüküm sürmektedir. Pisliğin ortalığı sardığı zamanda geçer!

• • •

Can ve Erdem’den başlayın... Gezi davalarına gidin... Dilek Doğan’ın evinde kurşunlanarak öldürülmesinden alın... Güneydoğu’daki “faili açık” cinayetlere varın...

Ortalık pislikten, kandan, ölümden geçilmiyor.

İyi de, çürüyen sadece bu ülkeyi “yönetenler” mi?

* Sokaktaki şu ya da bu partiye oy vermiş, “kendisine dokununcaya kadar” yılanı umursamayan vatandaş…

* O gün gündemde ne varsa ya da payına hangi “olay” düşmüşse onunla ilgilenip görevini yapmışların iç rahatlığı ile evine giden gazeteciler...

* Cizre’deki bodrum katında ne olduğunu “bilmediği” için bu konu hakkında yazmayan… Ama “yahu neden bilmiyorum, neden öğrenemiyoruz” diye kafa yormayan köşe yazarları, yorumcular...

* Cizre’deki bodrum katında ne olduğu ile, zaten en fazla Survivor kadrosu kadar ilgilenenler…

* Sadece şehide ağlayıp isyan edenler ya da sadece PKK’lılara üzülenler...

* İktidarı falan konularda şiddetle eleştirip filan konularda beğenen, alkışlayanlar...

* Meclis’te Anayasa masasına oturup, sanki herhangi bir sonuç alınması mümkünmüş gibi ciddi ciddi mesai harcayanlar…

* Güneydoğu’da “bir yerlerde” ömür çürüten Ezidi kadınları, erkekleri... Ya da büyük büyük kentlerde kucaklarında bebekleriyle dilenen Suriyeli anneleri görmeyenler...

* Tek derdi, ama melamin tabakta bulgur pilavı ama porselen takımda kuzu pirzola yemek... Yemek... Yemek... Yemek olanlar...

Zizek’in anlatımıyla söylersek, “etik bir varlık olarak insan” yerine “biyolojik bir varlık olarak insan” yaratmak, böyle bir toplum var etmek istiyorlar.

• • •

Din, bu ülkeye DAVALARINI / HAYALLERİNDEKİ ÜLKEYİ dayatanlara göre ahlâkın kaynağıdır.

İnsana; neyin doğru neyin yanlış olduğunu, nasıl yaşaması gerektiğini, o söyleyecektir. Kuralları o koyacaktır. Üstelik o kurallar tartışılamaz, sorgulanamaz.

Nitekim kendilerinin de saklamadığı üzere, din eğitiminin 6-7 yaşından önce başlamasını istemeleri tam da bu yüzden, değil mi! Zira insanoğlu o yaştan sonra “kendi varlığının bilincine varır”… Varlık nedeninden hayatın anlamına kadar merak edip sorgulamaya başlar.

Oysa din –yani dogma- akla kendi sınırlarını çizer, sorulara daha sorulmadan yanıt verir!

İnsana düşen, onlara inanmak ve uymaktır.

Bu inanç / düşünce sistematiğinde akla / özgürlüğe yer olur mu sizce? Ya da sormanın / sorgulamanın en eski sanatı felsefeye?

Hamlet’ten başladık. Onun en ünlü dizesi ile bitirelim:

OLMAK YA DA OLMAMAK... İŞTE BÜTÜN MESELE BU!”

Evet, karşımızda duran, yanıt bekleyen “mesele” bu. Olmak ya da olmamak!

Etik bir varlık mı olacağız, yoksa biyolojik bir varlık olmakla yetinecek miyiz!

Soracak mıyız, yoksa sorgusuz sualsiz boyun mu eğeceğiz?

***

curumeye-basladik-111336-1.

Eğer, kaçıp kurtulamasaydı, IŞİD pazarında “en iyi fiyatı” ona biçeceklerdi. Çünkü Ezidi.. Çünkü saçları sarı, gözleri mavi. Tam da IŞİD’li vahşilerin ve “müşterilerinin” tercih ettiği gibi!!! Bu topraklarda başka hiçbir sorun olmasaydı bile, iktidarın Suriye politikası ve o politika sonucunda Ezidi / Alevi / Kürt / Nusayri çocukların başlarına gelenler yüzünden “çürümüşlükten” söz edebilirdik. Sizin, bizim payımıza da “susmanın ayıbı” düşerdi herhalde. “Ne yapabiliriz” diye mi soruyorsunuz? Nurcan Baysal’ın kitabını okumaktan başlayabilirsiniz. EZİDİLER: 73. FERMAN –İletişim Yayınları