Esaslı bir siyasal krizin göbeğinde olduğumuz konusunda, kimsenin kuşkusu yok. Krizin merkezinde devlet olduğundan, eğer durumu

Esaslı bir siyasal krizin göbeğinde olduğumuz konusunda, kimsenin kuşkusu yok. Krizin merkezinde devlet olduğundan, eğer durumu anlamak istiyorsak, devlet denilen alana dikkatli bakmak zorundayız.
Modern devletin kurumsalcı tanımlaması, üç ana özelliği öne çıkarmaktadır;
i)     kurallarla yönlendirilen yönetici kadroların varlığı,
ii)    bu kadrolar aracılığıyla şiddetin araçlarının kullanımı üzerinde devletin meşru tekelinin bulunması ve
iii)    bu tekelin belli bir toprak bütünü üzerinde hâkim olması.
Devleti tanımlayan bu üç özelliğe bakınca, Türkiye’de devletin derin bir kriz içinde bulunduğunu görmemek mümkün değil.
Savcı, Başsavcıyı gözaltına aldırıp, tutuklanmasını sağlıyor. Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu ilgili savcının yetkisini kaldırıyor. Hükümet “bağımsız” yargının tepe noktasındaki Yargıtay’a “ayar vermeye” çalışıyor. Bu arada, üst düzey emekli ve muvazzaf subayların gözaltına alınması karşısında, Genelkurmay Başkanı “durum ciddi” mesajı veriyor. Böyle bir durumda, devlet kadrolarının iyi tanımlanmış kurallarla yönlendirildiğini söyleyebilmek mümkün mü? Güçler ayrımı konusunu hiç karıştırmayalım. Durum daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Aynı örnekler gösteriyor ki, meşru şiddet kullanımı hakkı, sadece gelişigüzelleşmekle kalmayıp, aynı zamanda, devletin içinde belli kesimlerin, birbirine karşı, hukuksuz biçimde kullandığı bir stratejiye dönüşmüş durumda. Devletin kurumsal yapıları içinde bunlar olurken, kim, Mardin’de, devletin silahını alıp, bir köyü yok eden korucuya laf edebilir ki! Bu arada, devletin depolarında olandan fazla silahın, sağda solda gömülü olduğunu da, itinayla medyatikleştirilen kazılardan öğreniyoruz.
Ankara’da, “Devlet Mahallesinde” işlemeyen hukukun, ülke bütününde hâkim olmasını nasıl bekleyeceğiz! Belli bir toprak bütünü üzerinde hâkimiyet dendiğinde, hemen aklımıza Güneydoğu Anadolu Bölgesi geliyor. Geliyor gelmesine ama, görünen o ki, devletin var olma sorunu diğer yerlerde daha hafif değil.
Büyük kentlere bakmak yeterli. Devletin düzeniyle, aynı düzlemde, yer yer güvenlik güçleri de dahil, devlet içindeki farklı güçlerle ilişki ağlarına sahip,  bir dizi başka düzenle karşı karşıyayız; yardım destekli tarikatlar, mafya-çete örüntüleri, yetkilerinin ne olduğu belli olmayan güvenlik şirketlerinin denetimindeki siteler, alışveriş ve iş merkezleri. Devletin terk ettiği gettolaşan alanlarda, kimin düzeni var, belli değil.
Bütün bu analiz bizleri temel bir sonuca ulaştırıyor; ortada dağılan, çürüyen ve içi boşaltılan bir devlet yapılanması var. O zaman, iktidar iddiasındakilerin bu duruma toparlayıcı nitelikte müdahalelerde bulunması doğal bir beklenti haline geliyor.
Bugün iktidarın yürüttüğü farklı düzeylerdeki operasyonları bu mihvalde görebilir miyiz? Liberal çevreler, olumlayıcı biçimde, Ergenekon Davası ve son operasyonların, devletin tekelinde olması gereken meşru şiddeti gelişigüzel ve meşru sınırlarının dışında kullananları hedeflediğini ve bir çekidüzen verme kaygısını taşıdığını öne sürüyor.
Bu tür savları liberal çevrelerden sık sık işitmekle birlikte, durumun daha farklı bir eksende geliştiğini söylemek gerekiyor. Görünen o ki,  mevcut iktidar bu dağınıklığı bir sorun olarak değil, verili bir durum olarak alıyor ve de giderek ustalaşan bir biçimde, kendi lehine kullanıyor. Yani, “dağınık durumun iktidarı” olma gibi bir hal var ortada.
Tam da bu noktada, maddi birtakım çıkarlara parmak basılması gerekiyor. Devletin doğrudan, ya da dolaylı kontrol ettiği kaynakların kullanımı, söz konusu sürecin kilit belirleyicisi. Bu dağınıklığın olanaklı kıldığı denetimsizlik ortamında, uzunca bir süredir, söz konusu kaynakların iktidar çevrelerine yönlendirilişini izliyoruz. Kamu ihaleleri ve harcamaları, yoksulluk yardımları ve daha da vurucu biçimde, kentsel rantlar büyük ölçüde iktidara yakın çevrelere doğru akıyor. Kamu arazilerinin kimlere satıldığını ya da uzun süreli devredildiğini dikkatli izleyin; vakıf ve tarikatlar önde gidiyor.
Yani sorun şu; mevcut iktidarın toparlama gibi bir gündemi yok. Tam gaz dağıtıyor. İhaleleri dağıtıyor. Kaynakları dağıtıyor. Kurumları dağıtıyor. Arsaları dağıtıyor. Rantları dağıtıyor. Sanki, hukukun ve ahlaki değerlerin geri plana itildiği, bir ilkel birikim dönemindeyiz. Ancak, ilkel birikimin bir başlangıcı ifade ettiğini düşünürsek, ortaya çıkan durum buna da uymuyor. İçinde bulunduğumuz durum, yıkım ve çözülme aşamalarına özgü talanları çağrıştırıyor.
Bütün bunlar olurken, asıl garabet durum şu; kimsenin iktidara “sizler bunca yıldır iktidardasınız, niye toparlamadınız” diye sormadığı, soramadığı bir ortam oluşmuş durumda. Ne dağıttıkları, ne de toparlamadıkları sorulabiliyor. Ama en güzeli,  iktidar çevreleri de, bizlerle birlikte, sade vatandaş tarzında, dağınıklıktan şikâyet ediyor.
Yine de, toparlama konusunda, iktidar çevrelerine haksızlık etmeyelim. Gündüzleri fena halde “dağıtıyor” olabilirler. Ama kabul edelim ki, son zamanlarda, “toparlamaya” da başladılar.
Sabaha karşı da olsa, toparlıyorlar!